Hac denince, kefen gibi beyaz ihramlara bürünmüş mahşerî kalabalık akla gelir. Kefen nefis yönüyle ölmeyi hatırlatırken ruh yönüyle dirilmeyi temsil eder. Tıpkı ölüm gibi, ihramın da sadeleştiren, herkesi eşitleyen bir yanı var. Sosyal statü, ırk ve makam fark etmeksizin Allah, kullarını huzurunda vakfeye davet eder. Davetin bizatihi kendisi, insanın ne denli önemsendiğinin bir ölçüsüdür.
Mistik yönünün dışında hac çok büyük bir organizasyonun ve yönetimin mevsimidir. Dört milyondan fazla bir kalabalığın küçücük bir alanda barınması, doyması, sevk ve idaresi ancak lütufla izah edilebilir. Hacca gidenler, özellikle teknik elemanlar, ibadetlerinin yanında kendi aralarında proje üretirler. Ulaşımdan geri dönüşüme kadar birçok konuda fikir teatisinde bulunurlar. Ancak bunların çoğu hayata geçmez. Çünkü fikirlerine muhatap bir merci bulamazlar. Halbuki haccın kişisel ibadetlerin yanında, belki daha ziyade toplumsal kazanımları netice vermesi beklenir. Dünyanın farklı yerlerinden gelen Müslümanların tanışması ve kaynaşması, sadece ittihad-ı İslam’ı değil aynı zamanda Müslümanların, hatta tüm insanlığın problemlerini çözebilecekleri fikirleri sistematik bir şekilde geliştirmelerini netice vermelidir.
Nurettin Topçu, büyük bir İslam Kongresi olan haccın yalnızca ruhsuz bedenlerin bir seyahati değil, aksine ahlakî ve içtimaî gayesinin yanında kalbi, ebediliğe götüren mistik bir yolculuk olduğunu hatırlatır. Müminleri Allah’ın evinde toplayan bir ibadetin onları nasıl olur da bir araya getiremediğini, ittifak ve tevhitlerini nasıl temin edemediğini sorgular. (Topçu, 1998: 61) Âlem-i İslam’ın parçalanmışlığının ve bir türlü bir araya gelip ruh birliği elde edememesinin sebebinin ne siyasî ne iktisadî ne de ilmî ve fikrî olmadığı, ancak İslam’ın esası ve Kur’an’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasından kaynaklandığını kaydeder. Kur’an harikası olan ilahî ahlaktan bigâne bugünkü Müslümanların ancak birtakım geleneksel ritüelleri titizlikle yerine getirme endişesiyle bu kutsal yolculuğa çıktığını, dolayısıyla da türlü sefaletlerle bölünmüş ve birbirine saldıran müntesiplerinin derdine bu kutlu içtimaın çare olamayacağı teşhisini yapar. (Topçu, 1998: 13)
Birinci Dünya Savaşının yenilgiyle sonuçlanmasının hangi hatanın neticesi olduğuna dair sorulan bir soruya karşılık Bediüzzaman, şahsi ibadetlerdeki eksikliklerimizi sebep olarak gösterir. Namazda eksikliğimiz sebebiyle savaş boyunca talim ve cihada mecbur kaldığımızı, zekâttaki kusurumuzdan dolayı malımızı kaybettiğimizi ve oruçtaki ihmalimizden dolayı açlığa duçar kaldığımızı ifade eder. (Nursî, 2004: 143) Ancak cezanın, amelin cinsinden olduğu şeklindeki cevabında hac konusunda sükût eder. Çünkü haccın ve hikmetinin ihmali, musibeti değil kahrı getirmiştir. Cezasının keffaretü’z-zünub değil, ancak kessaretü’z-zünub olacağını, yani günahın keffareti değil çoğalması şeklinde olacağını söyler. Hac bir araya gelen Müslümanların fikir birliği ve ortak iş yapabilmelerini temin edebilecekken gösterilen ihmal düşmanlara fırsat vermiş ve koca âlem-i İslam’ı parçalamış, hatta birbirine düşman hale getirmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında hemen hemen tüm Müslüman devletler esir olmuş ve hilafet ortadan kalkmıştır. (Nursî, 2004: 147)
Birinci Dünya Savaşında, İngiliz sömürgelerinden getirilen Müslüman birliklerin Osmanlıya karşı savaşması, haccın ihmaliyle birbirini tanımayan Müslümanların hatası olarak görülmelidir. Osmanlı hilafetinin ve İslam âleminin parçalanmışlığı hep haccı ihmal etmenin ve hacda Müslümanların ittihatlarını temin edememelerinin neticesidir.
Haccın şahsi bir farz ibadet olmasının yanında içtimaî, ahlakî ve siyasî (İslam Birliği gibi) neticelerinin de olması beklenmeli ve buna yönelik çalışmalar da yapılmalıdır. İslam kardeşliğini temin yanında ticari ve ilmi birlikleri de temin etmesi düşünülmelidir. Mesela, büyük bir kongre gibi düşünülerek bir araya getirilecek bilim adamlarının, şahsi farz ibadetlerini yerine getirmenin yanında İslam âleminin, belki tüm insanlığın sorunlarına bilimsel çözümler getirebilecekleri düşünüldüğünde haccın hikmetinin daha iyi anlaşılacağı aşikârdır.
Kaynakça:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhât (Âsâr-ı Bediiyye, Ter: Abdülkadir Badıllı), Elmas Neşriyat, İstanbul, 2004.
2. Nurettin Topçu, İslam ve İnsan - Mevlâna ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998.