TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Gün Bir Kitap Okudum…

Bir Gün Bir Kitap Okudum…

O’nu (cc) tanımak ve bilmek için kâinat kitabını da okumalı insan.

Bir gün elime yıldızlara, çiçeklere ve kelebeklere dair bir kitap geçti. Baş sayfaları yırtık, eski bir kitaptı. Merakımdan biraz okumaya karar verdim. Güzeldi, keyifli bir konusu, yazarın kendine özel bir anlatımı vardı.

Geceleri yıldızların durgun göllerde yansımalarından, buğday tarlalarındaki gelinciklerden ve papatyalarla bezeli küçük dar patikalardan inilen saklı vadileri yurt edinmiş benekli kelebeklerden bahsediyordu...

Ancak üzerinde yazarına ait en küçük bir işaret bile yoktu. Dedim ya, baş sayfaları yırtılmış eski bir kitaptı.

Yazarını bilmediğin bir kitabı okumanın rahatsız edici bir tarafı olduğunu ben o kitap sayesinde keşfettim. Çünkü insan ne kadar anlamlı cümleler okursa okusun, kendisini anlamsız bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu!

Elbette yeryüzünde böyle şeyleri sorun etmeyecek insanlar da yaşıyor olabilir. Fakat ben onlardan biri değilim. Ben merak ederim; bilmek ve tanımak isterim.

Güzel bir resmin ressamını, beğendiğim bir kitabın yazarını, karahindiba tohumcukları gibi mısraları havada uçuşan hisli bir şiirin şairini, durgun suya atılan minicik bir taş misali, dalga dalga sessizliğe yayılan neşeli bir şarkının bestecisini ve tadı damağımda kalan lezzetli bir yemeği kimin yaptığını merak ettiğim gibi; geceleri gökyüzüne baktığımda, o yıldızları oraya nakış nakış, inci taneleri gibi işleyeni ve yeryüzündeki kum tanelerinden daha çok yıldızı, üstümüzdeki sınırsız gök denizinde ipsiz direksiz düşmeden tutanı ve birbirine çarptırmadan gezdireni de merak ederim.

Dünyanın temiz mavi göklerinde her sabah uzak tepelerin, sıra sıra dağların, uçsuz bucaksız ovaların ardından, turuncu ve erguvan renkli merhabalarla yeryüzünü aydınlatan Güneş’i göğün güzel yüzüne yerleştireni…

Her sabah, inci işlemeli o serin karanlık gece örtüsünü, yeryüzünün üzerinden usulca çekip alanı…

Geceyi gündüz ile yer değiştireni, karanlıklardan pırıl pırıl aydınlık sabahlar çıkartanı... Sessizce ve cömertçe üzerimize doğan Güneş’i hem bir lamba, hem bir soba edeni de merak ederim.

Eğer orada olmasaydı, kimseciklerin “Keşke şurada ışık saçan bir kürecik asılıvereydi ve ormanları, yolları, evleri, biraz mavi, huzur verici bir ışık ile aydınlataydı. Gece uyanan çocuklar, pencerelerinden odalarına yumuşacık süzülen bu tatlı ışığın başlarını okşaması ile yeniden uykuya dalabileydi!” diyemeyeceği Ay’ı, bizim için adeta bir gece lambası gibi üstümüze asıvereni de merak ederim ben.

Başımı kaldırıp gökyüzünün maviş yüzüne baktığımda, renkler içinden en ferahını ve gözlerimize en iyi gelenini seçip gökleri onunla boyayanı... Üstümdeki bu mavi denizde, dağlar gibi bulutları oradan oraya gezdireni de merak ederim, çok merak ederim.

Atılmış pamuk balyaları gibi, kimini papatyalara, kimini aksakallı dedelere, kimini mısır patlaklarına ve daha kim bilir nelere benzettiğim bulutları yaratanı…

Bulutlardan kurumuş toprağa, bekleşen tohumcuklara, minicik filizlere ve zeytin ağacının ve dallarını dua edercesine gökyüzüne açmış bütün o ağaçların, bütün çiçeklerin, çayır çimenlerin, bereketli ovaların, serpilip boy vermek için yalvaran fidanların üzerine damla damla yağmur yağdıranı...

Yağmurun gelmesini, yeryüzüne gümbür gümbür gök gürültüleri ve şimşeklerle müjdeleyeni de merak ederim.

Her biri birbirinden farklı güzellikte yarattığı kar tanelerini, sessizce üzerimize yağdıranı da merak ederim.

Meyve ağaçlarının dallarına asılmış ve sanki “Al bakalım, hadi afiyetle ye!” dercesine bana uzatılan elmaları, ballı armutları, yakut küpeler gibi dallarda gülümseyen kirazları, mis kokulu üzümleri gördükçe, tadı damağımda kalan bir yemeğin aşçısını merak ettiğim gibi merak ederim.

Kanatlarını aça kapata uçan kuşları, şen şakrak serçeleri, yakışıklı kuyrukları ile üstümüzde döne dolaşa gezinen kırlangıçları, güzel ötüşlü kanaryaları, rengârenk tüyleri ile göz alıcı makav papağanlarını, büyüleyici cennet kuşlarını gördükçe, onları böylesine mükemmel yaratıp gökyüzünü şenlendireni de merak ederim.

Sırtlarında yeryüzünün en güzel tablolarını taşıyan kelebekleri her gördüğümde ise, bir resmin ressamını merak eder gibi merak ederim.

Küçük, tombul, tüylü ve sarı minicik arıların, bir kaşık bal için sabahtan akşama kadar çiçek çiçek gezdiğini gördükçe, bu zehirli sinekleri, böyle tatlı bir işte çalıştıranı elbette merak ederim!

Ve sevdiğim bütün o çiçekleri, altın kalpli papatyaları, misler gibi karanfilleri, kokusu insanın içine bir hoşluk veren hanımelileri…

Kadife tenlerinde, sabahları inci gibi şebnemler süzülen dünyalar güzeli gülleri böyle süslü, böyle renkli, böyle mis kokulu yaratanı insan nasıl merak etmez?

Her biri birer süt fabrikası gibi, tıka basa dolmuş memeleri ile taze yeşil ovalardan, o koca kafalarını sallaya sallaya dönen munis fıtratlı inekleri ve etinden, sütünden, tüyünden, derisinden hatta gübresinden bile faydalandığımız bereketli koyunları hizmetimize vereni elbette merak ederim, bilmek ve tanımak isterim.

Ve ne zaman aynanın karşısına geçip kendime bir bakıversem, katlanarak artar merakım.

Beni taş değil, ağaç değil, ısırgan otu değil, kuş değil, böcek değil, bir tırtıl yahut bir kakalak değil, sığır değil, at değil insan olarak yaratanı merak ederim.

Beni annemin karnında iki küçücük hücreyken, minicik bir et parçasıyken, halden hale, şekilden şekle evirip çeviren ve hallerin en güzeli olarak dünyaya göndereni merak etmemek, bilmek ve tanımak istememek hiç mümkün müdür sanki?

Yüzümü kimselerin yüzüne benzetmeyen, sesimi bile bambaşka yaratan, her birimizi bir başkası yapan, varlığımı yokluğuma tercih edecek kadar bana önem vereni merak eder, elbette bilmek ve elbette tanımak isterim!

Çünkü bütün bu işler, bu yerler ve bu gökler ve ikisi arasındakiler öyle muhteşem, öyle olağanüstü, öyle sanatlı, öyle akıl almaz, öyle incecik hesaplarla hesap edilmiş, öyle hassas nakışlarla işlenmiş mucizelerdir ki, hiçbirinin tesadüfen, kendi kendine evrile çevrile, rastgele olması mümkün değildir.

Bir kitap nasıl kendi kendine yazılmazsa, hatta bir cümle, hatta bir kelime ve hatta bir harf... Bir resim nasıl kendi kendine yapılmazsa... Bir şiirin mısraları nasıl kendi kendine bir araya gelmezse... Bir şarkının notaları nasıl tesadüfen omuz omuza verip bestelenmezse... Ve bir lezzetli yemek nasıl rüzgârın esmesi, zamanın bilmem kaç milyon yıl geçmesi ile bir anne eli değmeksizin pişmezse, bu kâinatta hiçbir şey de, kendi kendine olmaz.

Ne bir hücre bir başka hücre ile birleşip insan olur...

Ne bir yumurta kendi kendine kanatlanıp kuş olur...

Ne bir bülbül öter serin seherlerde, ne bir kanarya şakır, ne de bir kumru hu çeker...

Ne bir tohum çatlayıverdiği toprağın karanlık karnından minicik narin bir filizcik olarak başını gün ışığına çıkarır...

Ne bir dalda çiçek açar, ne de bir çiçek nar olur, üzüm olur, kavun karpuz olur...

İşte ben bütün bu acayip işleri yoktan ve hiçten yaratıveren Allah’ı merak ederim; tanımak ve bilmek isterim!

Bir gün bir kitap okudum evet! Geceleri yıldızların durgun göllerde yansımalarından, buğday tarlalarındaki gelinciklerden ve papatyalarla bezeli küçük dar patikalardan inilen saklı vadileri yurt edinmiş güzel benekli kelebeklerden bahseden, baş sayfaları yırtılmış eski bir kitaptı.

Ve yazarını hiç öğrenemediğim o kitaptan, yıldızların, çiçeklerin ve kelebeklerin Yaratıcısını merak etmeyi öğrendim ben.

O’nu tanımak ve bilmek istemekte, ne kadar da haklı olduğumu fark ettim. Ve hatta sırf bunun için yaratılmış olduğumu da, yine o günlerde keşfettim...