Hafta sonu bir evde misafirdim. Ev sahibi olan yaşlı dedeyle koyu bir sohbete daldık. Sohbetin bir yerinde dedeye yaşını sordum. Seksen dört yaşında olduğunu söyleyince:
“Bu kadar yıl nasıl geçti?” dedim.
Cevap bir hayli düşündürücüydü:
“Hani kirpiti yakarsun ya, alev alur ve söner. İşte, öyle geçti. Bir dağ peşunden bir dağ, arkasundan başka bir dağ derken, geçup gitti işte. Omur bitti, dağlar hâlâ orada durur. Şimdi eceli bekliyuruk.”
Dedenin son sözleri bana çocuklara anlattığım bir hikâyeyi hatırlattı. Köpeğin biri aç bi-ilaç çölde dolaşırken, bir yandan da Allah’a yalvarıyormuş. Küçük bir leşe bile razı olduğunu söyleyip duruyormuş. Derken iki dağ ortasında bir vadiye gelmiş. O sırada dağın birinin tepesinden bir ses işitmiş:
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, sonra da pişmanlık çekmeyin. Efendimiz, âli sultanımız, bütün âlemlerin sahibi, ins cin köpek.. herkesi ziyafete çağırıyor. Buyrun Hâlil İbrahim sofrasına!”
Köpek, tellalı duyar duymaz tırmanmaya başlamış dağa. Yolun yarısında biraz soluklanmak için oturduğunda, karşı dağdan bir tellalın sesini işitmiş. O tellal da karşı dağda bir sofra kurulduğunu ilân etmekteymiş. Köpek kendi kendine:
“Şimdi bu dağın tepesindeki yiyecekleri bitirmişlerdir, bana da artıklar kalmıştır. En iyisi mi ben karşı tarafa çıkayım da oradaki hazır yemeğe oturayım.” diye düşünmüş.
Hemen karşı dağa doğru yola koyululan köpek, yine dağın zirvesine yaklaşmışken, bir öteki dağın eteklerinde başka bi tellalın sesini işitmiş:
“Asıl sofra bu dağın tepesindee!”
Ve köpek bir o dağ bir bu dağ derken, muradına eremeden ecelin kıyısına yanaşmış. Son nefesini verirken:
“Keşke hırs göstermeseydim!” diye iç çekmiş ama son pişmanlık fayda etmemiş.
Nefis temsildeki köpek gibi. Thoreau’nun deyimiyle, daha güzel bir yarın için bugünü ve bu anı feda edip duruyoruz. Ne ki bir türlü gelmiyor güzel yarınlar. Tüm bugünler hep o yarınlar uğruna feda oluyor.
Kafada yarın telaşı varken son beş dakikada kılıyoruz belki namazı. Alelacele kahvaltı ve sonra kalbimizi sıkıştıran bir telaş:
“Ya geç kalırsam işe!”
Acilen evden çıkıp koyuluyoruz yola. Yol boyunca trafikten şikâyet. İşe varıp da çalışmaya başladığımızda, başka bir anı bekliyor aklımız:
“Öğle olsa da, bir şeyler yesek.”
Öğleden sonra iş iyice çekilmez oluyor. Mesai uzadıkça uzuyor. Namaza vakit ayırabilen babayiğitlerin bile zihni hep sonrasına ayarlı. Hep sonralar var. Şimdiler sonralara mahkûm. Akşama vasıl olunduğunda, çalışmış bir bedenin dinlenme zamanı başlıyor. Şu kanal, bu kanal derken, reklâm arasında ya kıldık ya kılmadık akşam namazını. Tabii yine son beş dakikada.
Gözler yavaş yavaş etrafta yastık aramaya başlıyor sonra. Bir yandan uyku bastırıyor, bir yandan nefis yatsı namazını “Ha kıldım, ha kılacağım” uzatıyor da uzatıyor. Sünneti üç rekât mı kıldık, yoksa dört mü? Neyse, Allah affeder nasıl olsa... Aslında bir tatile girsek, o kadar güzel kılacağız ki şu namazları! Güzellikler hep sonra!
Bu günümüz şartlarında belki de iyi senaryolardan biri.
Bir de daha kötüsü var.
Tüm geceyi sanal âlemlerde tükettikten sonra tüm sabahı karanlık ve gaflet dolu bir uykuyla geçiriyor birileri. Öğle vakti uyku sarhoşu şöyle bir göz açıp cep telefonuyla uyanıyor. Saate bakıp daha ikindiye çok var diyor sonra. Gaflet, uyku ve karanlık ruhlara zift akıtıyor.
İşte böyle kaybediliyor günler, bugünler. Tüm iyi hülyalar sonralara ait. Şimdiler yokluğun pençesinde. Ahirette meyve verecek anlar, cehenneme üye kaydediyor. Tam bir kısır döngü. Gaflet pişmanlık, pişmanlık gaflet doğuruyor.
Hâlbuki sabahleyin vaktinde Bismillah diyerek kalkıp sıkıntı veren şeyi bizden giderip menfaatli olanı bizde tutan Rabbimize hamd edip abdest alsak... Ağzımıza su verirken, Allah’ın Resulu gibi, “Allah’ım zikrimi, şükrümü ve güzel ibadetlerimi arttır” desek... Ondan cennet kokularını talep edip cehennem korkularından yine O’na sığınsak... Amelimiz cenneti hissettirip cehenneme siper olsa, diye dua etsek... Sonra yüzlerin karardığı o günde yüzümüzü ak etmesini yine O’ndan istesek... Ellerimizi yıkarken kitabımızın sağdan verilmesini temenni etsek... Rabbimizin rahmetiyle gölgelenmeyi, üzerimize bereketini indirmesini, hakkı işitip ona uyanlardan olmayı ve cehennemin boyunduruğundan kurtulmayı talep etsek... Rabbimizden ayağımızı hakta sabit kılmasını ve kaydırmamasını temenni etsek... Temiz bir beden ve niyetle dolu bir kalple namaza dursak... İbadet etmenin tadına varsak... Böylece kâinatın yaratıcısına abd olmanın şerefini yaşasak... İstiğfar ile salât selâm getirerek yeni gün içinde saklı olan gelecek şerlerden Rabbimize sığınıp bize her şeydeki hayrı göstermesini dileyerek tesbih, tahmid ve tekbir ile dolu bir gün yaşamayı istesek...
Ne güzel olur!
Sonra da güneşi uyandırıp güne güzel başlamanın bereketiyle işlerimize koyulsak... İşlerimizi tıpkı marangoz Zekeriya aleyhisselâm gibi bir masayı yaparken sanki Rabbimizin verdiği bir siparişi yerine getiriyormuşçasına işimizi yapsak... Emeğimizin karşılığını Rabbimizden bekleyerek minnetsiz ve şikâyetsiz yapsak... Her anımızı O’nun huzurundaymışız gibi yaşayıp, gaflet anlarımızı bile O’na sığınarak ve gerçek pişmanlıkla şevk vesilesi kılsak... Namazı sadece dinimizin direği değil, hayatımızın ve yaşadığımız her günün direği kılıp işlerimizi onun etrafında döndürsek... Gönül rahatlığıyla vazifesini yapmış bir insan ferahlığıyla yatağa huzurla girsek...
Çok mu zahmet çekmiş oluruz?
Öyle olsa bile, değmez mi?