Ekonomi, son yüzyılda insanların hayatına bir din olarak girdi ve onlara, tek bir hayat amacı gösterdi:
TÜKETİM!
Ve insanlar tüketmeye başladılar.
Reklamlarıyla kuşattı insanları bu yeni din. Televizyonlarıyla kıskıvrak yakaladı. Bir süre sonra insanlar tüketmekten başka bir şey düşünemez hale geldiler.
Ömürler tükendi, değerler tükendi, insanlık tükendi, çevre tükendi…
Fakat tarihin bu en amansız diktatörlüğünden kurtulmanın bir yolu var:
Fazlalıkları atmak. Gürültüden, parazitlerden kurtulmak. Hız düşürmek.
Sonrası, hem dış dünyanın, hem iç dünyamızın güzellikleriyle baş başa, alabildiğine renkli ve zengin bir hayat.
…
Önceki çağlarda daha az şeye ihtiyaç duyan ve bu ihtiyaçlarını fazla zorlanmadan karşılayarak mutluluğu yakalayan insanlar, uygarlığın gelişmesine paralel olarak yeni yeni ihtiyaçlar edindiler ve kendilerini, bu ihtiyaçları karşılamak zorunda buldular.
Böylelikle Batı dünyası “tüketim” denen büyülü formülü icad etti. Daha doğrusu, onu, bulunduğu kuyu dibinden çıkardı, süsleyip boyadı ve insanlara yeni bir din olarak sattı.
“Yeni bir din” sözüyle abartılmış bir benzetme yapmıyoruz; sadece, bu dinin kurucuları tarafından getirilen bir tanımı, el sürmeden aktarıyoruz. Ünlü satış analisti Victor Lebow’un, tüketimi ekonomi için vazgeçilmez bir koşul olarak nitelerken kullandığı şu ifadeler, organize bir dinin tanımından başka neyi içeriyor?
“Muazzam derecede üretken ekonomimiz, tüketimi bir hayat biçimi haline getirmemizi gerektiriyor. Artık mal satın alma ve kullanmayı düzenli bir dinsel tören haline getirmeli, ‘ruhsal doyumu’ ve ‘egolarımızın tatminini’ tüketimde aramalıyız. Eşyayı gittikçe artan bir hızla tüketmek, eskitmek, yıpratmak, atmak ve yenilemek zorundayız.”
…
Yeni din, kutsal emirlerinin yanı sıra, bir de yasak getirmişti hem ekonomiye, hem insanlara. Her ikisi de asla “Yeter” demeyecekti.
Tüketici ise, ancak tüketmek suretiyle çağdaş dünyada bir yer edinebilir ve ne kadar tüketirse, değerini o kadar yükseltebilirdi. O da değerini korumak ve yüceltmek için sürekli tüketmek zorundaydı ve hayatının hiçbir döneminde “Bu kadar yeter” deme hakkına sahip değildi.
Zaten böyle bir şeyi düşünmek için fırsatı ve zamanı da yoktu; çünkü önüne konulan hedefler ve tahrik edilen talepler tükenmek bilmiyordu.
…
Kesin olan bir şey daha var:
Yarınki ihtiyaç maddelerimizle gelirimiz arasındaki uçurum, bugünkünden daha fazla derinleşmiş olacak.
Çünkü gelirimiz, hiçbir zaman beklentilerimizle orantılı şekilde artmıyor; ondaki herhangi bir artışı fazlasıyla silip süpürecek yeni hedefler önümüze daha önceden dikiliyor ve bir yaşam amacı olarak bizi bekliyor. Sürekli değişen koşullar, refah ve yoksulluk kavramlarını da sürekli olarak yeniden tanımlıyor ve bir zamanın zenginliği, başka bir zamanın fakirliği halini alıyor…
Ve insanlar, arzuladıkları refah hedeflerine ne kadar ulaşmış olsalar da, bunu başardıkları anda, henüz karşılanmayan ihtiyaçları ile gelirleri arasındaki fark daha fazla açılmış olduğu için, yoksulluktan bir türlü yakalarını kurtaramıyorlar.
Böylece, en aşağı gelir seviyesinden en yukarıdakine kadar hemen hemen herkes, rengârenk bir modern fukara sınıfı teşkil edecek şekilde, hayatla boğuşmaya devam ediyor. Bu boğuşmadan kurtularak huzura ve refaha kavuşma şansı ise hemen hemen hiç yok gibi; çünkü zamanımızın insanı her zaman tüketilecek yeni bir şeyler bulmak zorunda.
Alan Thein Durning’in deyimiyle, “Tüketim toplumu, gelir düzeyimizi yükseltmek suretiyle bizi yoksullaştırmış bulunuyor.”
SADE HAYAT FAKİRLİK Mİ?
Sade hayatı insanların çoğu için ürkütücü kılan başlıca nedenlerden biri, onun fakirlikle karıştırılmasıdır. Gerçi fakirlik de bir tür sadelik sayılabilir; ancak bu zorunlu bir sadeliktir ve mahrumiyet ifade etmektedir. Bizim konumuzu teşkil eden sadelik ise, “gönüllü sadelik” olarak anılmaktadır ve mahrumiyetle bir ilgisi yoktur.
Bu, özgür insanın gönüllülüğüdür ve kişinin kendi ihtiyaçlarını kendisinin belirlemesi esasına dayanmaktadır. Kendi ihtiyaçlarını belirleyen insan, gelir ve giderleri arasındaki dengeyi de kurmuş, yahut bu dengeye tüketici insandan daha fazla yaklaşmıştır.
İnsan, geliri ile gideri arasında bir denge konumuna yaklaştığı oranda fakirlikten uzaklaşmış demektir. Bu yüzden, ne kadar mütevazi bir gelire sahip olursa olsun, bu geliriyle hayattan beklentilerini karşılayabilen bir insan, çok kazandığı halde beklentileriyle geliri arasındaki uçurumu bir türlü kapatamayan birisine göre “zengin” olarak tanımlanmaya daha lâyıktır.
SADE HAYATIN KAZANDIRDIĞI MUTLULUKLAR
Gönüllü sadelik, insanın hayatından ihtiyaç fazlasını çıkarmak suretiyle, daha başka şeylerin hayatımızda yer alabilmesi için zemin hazırlar.
Aslında bunlar, hayatı yaşanmaya değer kılan şeylerin tâ kendisidir.
Bunlar arasında, kendimizin ve içinde yaşadığımız dünyanın farkına varmak, bizi çevreleyen güzellikleri her an içimize sindirerek yaşamak, başta aile bireyleri olmak üzere insanlarla ilişkilerimizi canlandırmak, başka insanların dertlerini ve mutluluklarını paylaşmak, sadece kendisi için çalışan bir tüketici rolünden sıyrılarak başkaları için de bir şeyler yapabilmek, üzerinde yaşadığımız gezegenin daha yaşanabilir bir hal alması için kendi çapında bir katkıda bulunmak gibi küçüklü büyüklü sayısız hazlar ve mutluluklar vardır.
Bu haz ve mutluluklar, insanın manevî dünyasında, hiçbir maliyet istemeden herkese eşit fırsatlar sunan muazzam bir zenginlik kaynağı teşkil etmektedir. Nitekim gönüllü sadeliği savunanlar, bu hayat tarzını, “dış görünüşüyle sade, içeride ise alabildiğine zengin” bir yaşam biçimi olarak tanımlarlar.
…
“Yeter” sözünün telâffuzunu güçleştiren asıl neden, bizim almaya programlanmış olmamızdır.
Tüketim uygarlığı, insanı, sürekli olarak almaya, tüketmeye teşvik eder ve bunları bir hayat amacı olarak önümüze koyar. Bu uygarlığın temelinde yatan felsefe, ne pahasına olursa olsun büyümektir.
Büyüdükçe büyümeyi amaçlayan insanlar, kurumlar veya topluluklar ise, “Yeter” diyebilme şanslarını daha işin başında kaybetmişlerdir. Onların bir yeterlilik ve doyum hissini yakalayabilmek için tek bir çareleri vardır: Hayatlarını bu çürük zeminden kurtarıp daha başka ve sağlam bir zemin üzerinde yeni baştan kurmak. Yoksa, “almaya” programlanmış bir hayat tarzının şurasını veya burasını yamayıp rötuşlayarak onu verimli ve tatmin edici bir hale getirmek mümkün değildir.
Aslında insanın manevî yapısı, almaya değil, vermeye göre düzenlenmiştir. Vermeyi esas alan bir hayat tarzını benimsediğinizde, bütün taşlar yerine oturmaya başlar. Şöyle bir söz vardır: “Bu dünyada bir alanlar, bir de verenler vardır. Alanlar belki daha çok yiyebilir; fakat verenler daha rahat uyur.”
…
Burada, tüketim uygarlığının değer sistemiyle bütün bağları koparmak zorunda bulunduğumuzu görmeliyiz.
Çünkü, “vermek” kavramıyla açılan kapıda, daha ilk adımda bizi karşılayan şefkat, merhamet, muhabbet gibi duyguları geliştirmek ve tatmin etmek bir yana dursun, onlara hayat hakkı tanımak bile bu uygarlığın tahammül edebileceği bir şey değildir.
O felsefede birbirinin yardımına koşan, başkalarının iyiliği için kendisini zarara sokan insanlar için yer yoktur. Eğer yardıma muhtaç bir insan varsa, orada yolunacak bir kaz var demektir.
Faiz sistemi bu yamyamlığın bir tercümesidir. Sıkıntıya düşen insana, tüketim uygarlığı yardım elini uzatacak yerde para satar ve onun sırtından yeni bir kazanç sağlar. Amaç, mümkün olduğu kadar çok kişiyi borç tuzağına düşürmek; alacağını tahsil ederken de mümkün olduğu kadar çok para toplamaktır. O yüzden, aldığınız bir krediyi vaktinden önce ödemeye kalkarsanız ceza yersiniz! Ödemeyi geciktirirseniz, bu defa da birkaç ay geçmeden borcunuz inanılmaz rakamlara yükselir.
…
Bütünüyle vermeye odaklanmış bir bakış açısı, semavî dinlerin terbiyesi altında kazanılabilecek çok yüksek bir mertebeyi ifade etmektedir ki, Kur’ân, Müminûn Sûresinde, kurtuluşa erenlerin özelliklerini sayarken buna bilhassa dikkat çekmiş ve “Onlar ancak zekât için çalışırlar” (23:4) tanımını getirmiştir.
Burada, atlanmaması gereken bir vurgu vardır. İnsan bir yandan zekât verecek yeterliliğe yükselmek için teşvik edilirken, bir yandan da, çalışmasının asıl amacı olarak, ona, yığıp biriktirmek, yiyip şişmek, yutup büyümek değil, kazandıklarını başkalarının hizmetine sunmak gibi bir hedef gösterilmektedir. Bu, aynı zamanda, insan için asıl doyumun böyle bir hayat amacında bulunduğuna da bir işarettir.
…
Fazlalıkları atmak, parazitleri ayıklamak, hız düşürmek, içten ve dıştan gelen seslere kulak vermek suretiyle yaşanacak bilinçli bir hayatın bize kazandıracağı zenginlikler, saydığımız başlıklar altına sığmayacak kadar geniş bir alanı kaplar.
Aslında hayatın her an hepimize sunmakta olduğu zenginlikler saymakla bitecek gibi değildir; biz başka şeylerden dikkatimizi kurtararak telâşsız bir yaşama temposuna kavuşmak suretiyle, bu zenginlikleri fark etmeye başlarız.
Ondan sonrası, artan bilgimizle ve sürekli temrinlerle alıcılarımızı güçlendirmek suretiyle, hayattan her günkü nasibimizi bir gün öncesine oranla daha ileriye götürebilmek, bir anlamda, her yeni güne âriflerin gözüyle bakarak “Bakalım, bugün hangi tecellîlerle karşılaşacağız?” şeklindeki bir heyecanı, her gündoğumuyla birlikte tekrar tekrar yaşamak demektir.
Yeni bir güne, kuşlar kursaklarını, ârifler de gönüllerini doldurmak ümidiyle başlarlar.
Gün, ikisini de doyurur.