Aile, toplumsal hayatın sağlıklı işlemesi ve gelecekte varlığını devam ettirmesi açısından son derece önemli bir kurum. Dinamik bir yapı arz eden ve değişimin kaçınılmaz olduğu toplumsal hayatın içinde aile kurumunun yapı ve işlevlerine ilişkin algılar değişse de toplumun yapıtaşı şeklinde tanımlanan bir kurum olarak varlığını ve önemini halen sürdürmekte. Bilişim teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle küresel çapta iletişimin ve etkileşimin arttığı, hayatın baş döndürücü bir hızla aktığı, gündemin sürekli değiştiği ve bu değişimleri sağlıklı bir şekilde değerlendirip adapte olmanın son derece zorlaştığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu zorluk sadece insan teklerinin küçük hikâyelerini değil, devletler düzeyinde ilişkileri, dengeleri ve en önemlisi insana, hayata, tabiata ve tüm varoluşa bakışımızı neredeyse her yeni günde yeniden formatlamak suretiyle, insanlık ailesine “ev” kılınmış tüm yerkürenin geleceğini etkilemekte. Toplumların temel taşı ve geleceğinin teminatı olan aileler de bundan nasibini alıyor kuşkusuz.
Bilgi bombardımanı altında ve sofistike manipülasyon araçlarının uzmanlar eliyle ustaca kullanıldığı bir ortamda toplumların biçimlendirilmekte olduğunu hatırda tutarak ve “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır”1 durumuna düşmemek için son dönemde yoğunlaşan aile tartışmalarına farklı bir pencereden ve bütünü gözeterek bakmanın daha sağlıklı olacağını düşünenlerdenim.
…
Bir süredir toplumumuzun farklı kesimlerinde aile kurumunun geldiği nokta ve geleceğine dair endişeler yine farklı ton ve üsluplarda dile getirilmekte. Tartışmaların merkezinde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında 2011 yılında kabul edilen, 13 ülke tarafından imzalanan ve ülkemizde de 1 Ağustos 2014’de yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi yer alıyor. Kadına yönelik şiddetin sona erdirilmesi için yapılacak yasal düzenlemeler ve alınacak diğer tedbirlerin konu edildiği sözleşmenin aile yapımızı tehdit ettiği ve çözülmeleri hızlandırdığı şeklinde eleştiriler ve iptaline dair talepler yoğun bir şekilde işlendi köşe yazılarında ve sanal platformlarda.
Meseleyi güncel çerçeveden çıkarıp en temelde zihniyet açısından ele aldığımızda mevcut hayat tarzı içinde gelişen şiddet sorununa ithal reçetelerle, insanımızın anlam dünyasında ne ifade ettiğini bilemediğimiz ithal kavramları merkeze alarak veya öne çıkararak çare aramakta olduğumuzu görebiliriz. Oysa Batı’nın kendine özgü düşünsel ve kültürel birikimi ile tarihi tecrübesinin kadın ve aile ile ilgili sorunlara yaklaşımlarını belirlemede ve üretilen çözümlere yön vermede etkili olduğunu unutmamalıyız.
…
Modernizmin kutsalı dışlayıcı, insanın ve aklın hakikatin ölçüsü olduğuna dair kabulü, gelenekten ve geleneksel kurumlardan kurtularak özgürleşen birey vurgusu önce tasavvurda sonra insanların yapıp etmeleriyle şekillenen dış dünyada büyük değişimleri ve dönüşümleri getirdi. Günümüz post-modern dünyasında ise görecelilik ve hakikatin çokluğu ön plana çıkmakta. En basit haliyle “Herkesin doğrusu kendine” diye ifade edilebilecek bu anlayışta böylesi kaygan bir zemine bırakılan insan için alt üst edilen değerler dünyasının, birileri eliyle yeniden inşa edilmesine de zemin hazırlanmış oluyor. Bu inşa süreci sonunda ortaya çıkan sistem insan teklerinin veya topyekûn insanlığın hayrına mı olacaktır yoksa siyasi, ekonomik, kültürel anlamda köşe başlarını tutmuş olan küresel güçlerin hâkim konumlarını pekiştirmesi mi hedeflenmektedir?
Tartışmaların odağındaki sözleşmede öne çıkan ve tepki çeken “toplumsal cinsiyet” (gender) ve bunun üzerinden geliştirilen “toplumsal cinsiyet eşitliği” (gender equality) kavramları konusunda daha net bir anlatıma ihtiyaç var gibi. Bununla biyolojik anlamda cinsiyetten (sex) farklı olarak “kadın veya erkek tüm bireylerin toplumsal alanda hak ve fırsatlara eşit erişiminin sağlanması” durumu ifade ediliyor literatürde. “Gender” kavramının bir anlamda “toplumsal rollere/ hukuk önünde konumlara” işaret ettiğinin altı çizilmeli belki de. Sözleşme ile birlikte üslup açısından pek özen gösterilmeden adı sıkça anılan sivil toplum kuruluşu yetkililerinin de kendilerini feminist olarak nitelemediklerini ve kadın erkek arasında mutlak eşitlik değil kadının kendine has vasıfları, annelik ve aile gözetilerek “toplumsal cinsiyet adaleti” (gender justice) kavramı üzerinden çalışmalarını yürüttüklerine dair açıklamalarını da es geçmemek gerekiyor bu noktada.2
Yine sözleşme metninde yer alan “domestic violance” kavramını maalesef alışkanlık kesb edip “aile içi şiddet” şeklinde kullanıyor olmamız da düşündürücü. Bu konuda aynı hataya düştüğümü bu yazıyı hazırlama sürecindeki okumalarımda fark ettim ben de. Bu kavram bizi aileyi şiddetin kaynağı veya şiddet mahalli olarak görmeye kodluyor aslında. Bunu da “ev içi şiddet” olarak düzeltmek gerek. Zaten sözleşmede aynı evdeki “eşler veya evde ortak yaşayanlar”dan (spouses or partners) gelebilecek şiddetin önlenmesinden bahsedilmekte. Burada nikâhsız birlikte yaşamanın meşru kabul edildiği anlaşılmakta. Böyle bir yaklaşımın kadınla erkeğin hukuk önünde akitleşerek birbirine eş olduğu, karşılıklı sorumluluk yüklendiği aile kurumunun ciddiyetini ve saygınlığını zedelediği aşikârdır.
Sözleşmede geçen “cinsiyet yönelimi” (sex orientation) ifadesi de insanların şiddete maruz kalabilecekleri olası sebeplerden biri olarak zikrediliyor; cinsiyet, ırk, din, dil, renk, siyasi görüş, milli veya etnik köken, göçmen veya mülteci olma durumları gibi birçok sebebin arasında. Burada toplumsal roller dışında biyolojik cinsiyetin dahi bir “tercih/yönelim” meselesi veya “inşa edilebilir” bir kimlik olarak algılanması ve yorumlanmasının önü açılıp ne gibi noktalara taşınabileceği hususuna dikkat edilmeli, siyasi ve hukuki tedbirler alınmalı mutlaka.
…
Aileler ve gelecek konusunda toplumu kaygıya sevk eden, aile yapısına ve yetişen nesle zarar vereceği düşünülen bu gibi yazılı metinler, hukuki düzenlemeler veya uygulamalar konusunda farklı fikirlerin dile getirilmesi, tepkilerin ortaya konması veya hatadan dönülmesi yolunda eyleme geçilmesi son derece doğal. Ancak kadına şiddetin önlenmesi veya ailenin korunması için başlı başına şiddetten beslenen bir sistemin şekillendirdiği bir hayatın içinde evirilip durduğumuzun ne kadar farkındayız ve bunlara karşı gerekli tepkiyi gösteriyor muyuz sorularını da sormalıyız:
Sıcak savaşların yerinden yurdundan ettiği aileler, göçmen veya mülteci kadınların bizatihi içinde bulundukları perişanlık, şiddete maruz kalmanın ta kendisi değil mi?
Onları bu duruma düşürenlere yönelmeyen öfkemizin hedefi haline geldiklerinde ikinci bir şiddet dalgasını reva görmüş olmuyor muyuz onlara?
Uluslar arası sözleşmelerle şiddetten korunmalarına gelinceye kadar zaten aynı zihniyetin ürettiği şiddet sarmalında dönüp dolaşmaya mahkûm edildiklerini düşünüyor muyuz hiç?
Tüketimi toplumsal hayatın merkezine koyan hâkim zihniyet tarafından formatlandıkları için, varoluşunu “tüketim” ile anlamlandıran bireyler ve onların kurdukları aileler düşünüldüğünde, bugün ekonomik daralma, işsizlik, geçim sıkıntısı, mutsuzluk, depresyon ve dağılmaya varan süreçlerde, dünya devlerinin ticaret savaşlarının payı yok mudur peki?
Bunların dışında günlük hayatın içinde daha çok da medya aracılığı ile aşina olduğumuz bazı kelime kavramların insan ve aileler üzerinde nasıl bir etki bıraktığına dair kafamıza takılan sorular var mı mesela? “Unisex” kıyafetler, “biyolojik anne/baba,” “bekâr anne/baba,” “sperm bankaları,” “donör,” “taşıyıcı anne,” “metro seksüel erkek” vs... Buna sıradan ailelerin dahi TV ekranlarında günlerce kavgasını verdiği “DNA testleri”ni, magazin diliyle “seviyeli birliktelik” olarak lanse edilen gayri meşru ilişkileri; dizilerde birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışan güvensiz, samimiyetten yoksun sözde aile yapılarının ön plana çıkarılmasını; bazı programlarda yarışmacı veya konuk olarak katılan 4-5 kişiden birinin illa ki farklı bir tavrı, duruşu, konuşma şekli ve giyim tercihi olanlardan seçilmesini; bazı anketlerde cinsiyet sorusuna cevap istenirken “kadın, erkek ve diğer” gibi seçeneklerin sunulmasını; şiddet uyguladıkça adam öldürdükçe bomba yağdırdıkça çocukların “level/seviye” atladığı, puan kazandığı, ödüllendirildiği bilgisayar oyunlarını; makyaj, diyet, estetik ameliyatları gibi konuların çok küçük yaştaki kız çocuklarının gündemine girmiş olmasını vs eklediğinizde, şiddetin toplumun tüm bireylerini ilgilendiren bir mesele olduğunu ve aileyi bir çok açıdan tehdit eden unsurların bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilip çözüm üretmeyi gerekli kıldığını daha iyi anlarız.
…
Velhasıl, ortak geleceğimize dair bir endişeyse söz konusu olan, sorunların çözümünün yine “biz”de olduğunu unutmamamız gerekiyor. Kullanılan üsluba azami dikkat göstererek, birbirimizi ötekileştirmeden ve kutuplaşmadan samimiyetle ve hakkı gözeterek çözüm üretmeye odaklanmak enerjimizi, zamanımızı ve insan potansiyelimizi heba etmeden çok daha kısa bir sürede sonuca ulaşmamızı sağlayacaktır.
Alev Alatlı’nın ifadeleri bu noktada oldukça manidar: “Aziz ülkemize gelince, ille de bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı adet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar. Mademki, son temsilcileriyiz Gezegen’in iyiliği için yaşatılması elzem bir medeniyetin; bizi durduracak tek “gerçek,” soğuyan Güneş’in dünyamızı yarı yolda bırakması ihtimali olmalı…”3
Kaynaklar:
1. İsmet Özel
2. http://www.islamianaliz.com/h/73807/kadem-biz-istanbul-sozlesmesinin-kadina-siddet-bolumu-ile-ilgiliyiz
https://rm.coe.int/CoERMPublicCommonSearchServices/DisplayDCTMContent?documentId=090000168046031c
http://kadem.org.tr/doc-dr-e-sare-aydin-yilmazin-iv-toplumsal-cinsiyet-adaleti-kongresi-konusma-metni/
3. Nasihatname, Mayıs 201, http://alevalatli.com.tr/