TR EN

Dil Seçin

Ara

Mehmet Kırkıncı Hocam / İlim, Şefkat ve Dava İnsanı

Mehmet Kırkıncı Hocam / İlim, Şefkat ve Dava İnsanı

Herkesi büyük bir şefkatle bağrına bastığı için, benim gibi herkes de ondan “hocam” diye söz ederdi.

Herkesi büyük bir şefkatle bağrına bastığı  için, benim gibi herkes de ondan “hocam” diye söz ederdi.

Hocamı 1964 yılında, bir Nur dersinde tanıdım.

Hocam ve ders, birbirinin ayrılmaz parçaları gibiydi.

Hocam, 1940 yılında, on iki yaşında iken medrese tahsiline başlar. Dersle ilk tanışması bu yılda olur. Uzun yıllar muhtelif hocalardan ders görüp icazet aldıktan sonra, ders vermeye başlar. Tefsir, fıkıh, mantık, kelam gibi önemli konularda dersler verirken, akaid ilminin ahir zamanda beklenen şaheserine, Risale-i Nur’la kavuşur. Ve artık o bir Nur Talebesidir. Talebenin tarifinde geçen, “Sözleri kendi malı gibi kabul etmek ve en büyük vazife-i hayatiyesini onun neşir ve ilanı bilmek” düsturu Kırkıncı Hocamızın ruhunun her köşesine nakşettiği şaşmaz idealidir.

“Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” (İbni Ebî Şeybe, Kitabü’l-İman, s. 33) hadis-i şerifinden aldığı o büyük hamiyet ve şefkat dersiyle, imana muhtaç gönüllerin imdadına durup dinlenmeden koşar ve onlara açlığını çektikleri marifet derslerini bolca ulaştırır.

Öncelikle çevre vilayetleri, daha sonra çevre kazaları adım adım dolaştıktan ve Nur Risalelerini insanlara tanıttıktan sonra, uzak bölgelerdeki birçok vilayetimizi ziyaret eder, risale götürür, dersler yapar.

Nur hizmetinin o çetin yıllarda üç büyük engeli vardır:

Birincisi; zındıka komitelerinin, Nur Risaleleri hakkında yaptıkları menfi ve yoğun propaganda neticesi, birçok insanda, ön yargıyla, bir risale düşmanlığının yerleşmiş olması.

İkincisi; meşrep taassubuyla bazı İslami kesimlerin de Nurlara karşı çıkmaları.

Üçüncüsü ise, ardı arkası kesilmeyen mahkemelerle insanlarda bir korku ve panik havasının uyandırılmış olması.

Bu üç engeli aşmak, büyük bir azim, yılmayan bir sabır ve kuvvetli bir irade istemektedir. Üstad’ın etrafında halelenmiş o mümtaz kahramanlar gibi, Kırkıncı hocamız da bu üç engeli rahmet-i İlahiye ile aşmayı başarmış ve davasını o yüksek engeller üzerinden geçirip bu günlere getirmeye inayet-i İlâhî ile muvaffak olmuştur.

Üstad’ın, “Dert benimdir, deva Kur’an’ındır” sözü dava adamları için büyük bir rehberdir. Demek ki, bir davada başarıya ulaşmanın ilk şartı, onun dertlisi olmaktır… İşte Kırkıncı Hocamız bu iman ve Kur’an davasının dertlisiydi.  Dünyevi hiçbir hedefi, hiçbir endişesi ve tasası olmamıştı.

Gençlik yıllarında, bir defasında, kendisine Bayburt’tan gelen bir heyet tarafından müftülük teklifinde bulunulmuş, kendisi de hizmet mülahazasıyla bu teklife biraz sıcak bakacak olmuşsa da rahmetli pederinin şiddetle karşı çıkması sonucu bu teklifi de geri çevirmiş, ömür sermayesinin tamamını iman hizmetine hasretmişti. Nur Risaleleriyle verilen tahkiki iman dersleriyle insanların şüphelerini gidermek, imanlarını takviye etmek, sorularını cevaplandırmak hayatının temel meşgalesi olmuştu.

Kendisinin herkesçe bilinen bu temel özelliği yanında, benim yakinen şahit olduğum bazı özel hallerine de değinmeden geçemeyeceğim.

1973 yılında bir Nur dersi yaparken şer kuvvetlerin ihbarıyla dersimiz baskına uğramış ve biz Hocamla birlikte atmış dokuz kişi emniyet kuvvetlerince nezaret altına alınmıştık. Bir gün sonra mahkemeye çıktığımızda, mahkeme heyeti, benim de aralarında bulunduğum on bir kişinin tevkifine, diğerlerinin tutuksuz yargılanmalarına karar verdiğinde, henüz mahkeme salonunda iken bana şöyle demişti: “Biz bu davaya çalışırken Rabbimizle ‘Ben imana hizmet edeceğim, ama hapse girmeyeceğim’ diye bir pazarlığımız yoktu; olamazdı da.”

Bu söz benim iç âlemimde ayrı bir inkılap yaptı.

Hocamın metaneti ve çevresindeki mahpuslara sürekli olarak nasihat etmesi, bizlere de hapsi unutturdu. Birlikte kaldığımız iki ay süresince, mahkeme gününe kadar hiçbir şey düşünmeden aralıksız hizmet ettik. Mahpusların kahir ekseriyeti namaza başladı.

Hocam, bizim tahliyemizden sonra, beş arkadaşıyla birlikte, bu görevi iki ay daha sürdürdü ve dört ay üzerine tahliye oldu.

Kendisinin hayran olduğum çok önemli bir özelliği de, önemli bir sünnet olan “muhatabını sonuna kadar dinlemeyi” büyük bir maharetle başarması idi. Çok iyi bildiği bir konuda bile, birisi bir şey anlatsa, “Ben onu biliyorum” demez, ilk defa duyuyormuş gibi, büyük bir merakla sonuna kadar dinlerdi.

Üçüncü bir özelliği de, “İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır” (Kenzu’l-Ummal, 7172) hadis-i şerifiyle ders verilen önemli bir sünneti, hayatına şaşmaz bir prensip olarak yerleştirmiş olmasıdıydı.

Dikkatimi çok çeken bir başka özelliği de o harika vefa duygusuydu. Daha önce bir süre Nur hizmetinde bulunmuş, fakat şimdi herhangi bir sebeple uzak kalmış, yahut farklı bir şekilde hizmet ederken Hocamın da aleyhinde bazı konuşmalar yapmış kişilerden söz açıldığında, onların mazideki önemli hizmetlerini mutlaka dile getirir, takdirle ve dua ile yad ederdi.

Kırkıncı Hocam, tümü hizmetle geçen hayatından bazı kesitleri “Hayatım-Hatıralarım” adlı kitabında yazarak istikbale hediye ettiği için o konulara girmeyi gereksiz buluyorum.

Kendisine, ihsan-ı İlâhiyeden sonsuz rahmet diliyor, aynı yolda, aynı metanet ve feragat ile yürümemizi Rabbimizden niyaz ediyorum.