Ortaöğreniminin çoğunu yatılı okullarda geçiren pek çokları gibi biz de, üniversiteye hazırlık zamanımızda da ranzaların arasında yaşamıştık. Ancak bu yeni mekan, ortaokuldaki yurdumuzun aksine, çok kasvetli, bir dolabı açsanız, bir çekmeceyi çekseniz, bir yorganı kaldırsanız, yemekhaneye inseniz, kantinde otursanız, her yerinden ama her yerinden üstünüze test kitapları fırlayan bir yerdi.
Yemekhaneye gidip yemek yediğimiz ve sınırlı saatlerde uyuduğumuz mühlet dışında, “etüt” adı verilen toplu ders çalışma saatlerimiz olurdu.
Topluca testlere gömüldüğümüz bu saatlerden birinde, gözümün sebepsiz yere bir arkadaşıma takıldığını anımsıyorum.
Bir nev’i delilikti.
“Ne bakıyosun? Sağ gözün soldan daha büyük diyceksin di mi?”
“Hı? Yoo, hayır.”
“Dikkatli bak ama, öyle…”
“Öyle mi? Yoo diil”
“Öyle, öyle!”
“Peki...”
BEŞ ŞEHİR
“Bir: Ceyhaan! İki: Adana! Üç: Diyarbakııır! Dört: Dört de Ceyhan...”
Sınıfta dağıtılan testlerin cevapları topluca çözülürken, “a, b, c, d, e” yerine, bu tip bir kodlama yöntemi kullanılır mutlaka. (Merak edenler için E Edirne’dir.) Kâh hoca tek başına birden yirmi küsüre kadar olan soruların cevaplarını kendi okur kendi dinler, kâh her rakamın söylenişinin ardından sınıftan büyük bir gürültü çıkar. Adanalarımız, Bursalarımız yerli yerine oturup doğru sayımız arttıkça ne de sevinirdik! Soruların yanına gururlu, iri birer tik yahut artı işareti kondurulurdu. Bizim Ceyhan’ımız hocanın Edirnesi ile çakışınca ise “tamam” derdik.
“Yok, olmıycak, kuşbeyinliyim ben kuş. Mercimek kadar akıl yok bende. Anlamıyorum n’apıyım? An-la-mı-yo-rum!”
Düşünsenize, bizim için o dönemde kendimize olan saygımız ve varolma isteğimiz, bir yaprak testin doğru cevap sayısı etrafında dönüyordu!
RAKİPLERİMİZ
Bize çok şey telkin ettiler. Sanki, önümüze konan hedefi tutturamazsak, dünyadaki biyolojik, sosyal, bilişsel ve beşerî varlığımızın devam etmesi mümkün değil gibiydi.
Ödevimiz olan günlük 550 sorunun 100 tanesini çözmeden öğretmenlerimizin yanına gidersek, eğer sınava da üç aydan daha fazla zaman kalmışsa, bizi can-ı yürekten teselli ederlerdi:
“Olsun, bozma moralini, daha her şey bitmiş diil.”
Durup dinlenmek, nefes almak istesek, cevap hazırdı:
“Şu anda rakipleriniz sizin çözmediğiniz soruları çözüyor.”
“İyi, aferim onlara” derdik İçimizden. “Şu rakiplerimiz bizim giremediğimiz okullara da girseler, biz de okul yerine bunalıma girip bi’ kenarda kendimizi siyanürlesek, acaba taraflar arasında yeterli mutluluk seviyesi oluşur mu?”
BİR GÜN GELECEK...
Sınıfımızın panosunda asılı bir özlü söz vardı: “Birgün gelecek, birgün kalacak!”
Aman Allah’ım o ne büyük gün!
Cümlenin yazılışındaki şiirselliğe, okunuşundaki vurguya bakınız lütfen. Sanki İsrafil (as)’in suru üfleyeceği günden bahsediliyor. Çok rica ediyorum, bir vicdanî muhasebe yapabilir miyiz şimdi? Acaba kaçımız, kendi kıyametimiz kabul edilen ölümle ilgili böyle bir levhayı her gün okur ve hatırlarız? Umumu bilemem, ama bu yazının müellifini bilirim. Hayatta yapmaz öyle ince bir muhasebe!
Hâsılı kelam, bir gün geldi, bir gün kaldı gerçekten. Son hazırlıklarımızı yaptık. Okunmuş pirinç, son helalleşmeler, sınav salonunu ziyaret. Eyüp Sultan Camii’ndeki ÖSS adayları cemaati içerisine dahil olup son dua. Kalemler, silgiler, uçlar, sınav için rahat ve kullanışlı kıyafet seçimi, sabah evden çıkmadan önce yemek için çikolata, ertesi sabah erkene kurulu çalar saat ve uyku...
Uyku...
Uyku...
Ne mümkün!
Dön sağa, dön sola... İmkânı yok!
Çünkü beynimi kemiren, ertesi sabah sınavda çıkacağına emin olduğum bir soru vardı. Cep telefonumu elime alıp çalışkan bir arkadaşıma mesaj çekmiştim:
“Düyun-u umumiye neydi?”
Sınavdan sonra çok dalga geçti kendisi benimle.
“Borçlar kanunu” yazdı. “Arkadaşım iyi misin? Artık düşünmesen, uyu lütfen..”
SON SABAH
Sınav günü ise gerçek bir aile dramı. Böyle zamanlarda yakın akrabalarınız pazar günü üşenmeyip sabahın köründe uyanarak telefonla sizi arayıp bir gün önceden diledikleri başarıyı bir daha dileyerek sizi gererler. Anneniz her sabah ağzınıza tıkarak yedirdiği kahvaltıyı o sabah büyük bir nezaket ve zerafetle ikram eder. Yumurtanızı yemek istememek, tostunuzu yarım bırakmak, ekmeğinizi annenize sürdürmek gibi normal zamanda sahip olamayacağınız imkânlara o sabah sahip olursunuz ama bu gereksiz teveccüh sizi iyiden iyiye korkutur.
Babanız kendi paniğini gizlemeye muvaffak olamadan, sizi komik olmayan esprilerle rahatlatmaya çalışır.
“Eh hadi bakalım sonun geldi,
“Sakın ha sınav salonundan kaçmayasın!”
“Hadi hadi bugün de süslenmeyiver canım..”
“Sakın ha tuvaletim geldi diye çıkmayasın,
“He he heh!..”
Hani, o an, ailenizin toplu bulunduğu çerçeve kameraya çekilip, altına da dramatik bir müzik döşense, sonra yakın plan tek tek aile fertlerinin portreleri girse, mânidar bir kısa film olur.
SINAV SALONU
Sınava girdiğiniz okulda kapıda kimlik kontrolü yaparlar, salonunuzu tarif ederler, su şişeniz ve siz yerleşirsiniz. Hemen bir görevli uyarır:
“Sınav başlayınca çıkmak yasak arkadaşlar, lavabo ihtiyacınız varsa şimdi çıkın.”
Bu uyarıdan sonra sınıftan bir kaç çocuk mutlaka ayağa kalkıp bütün dikkatleri üzerlerine çekerek çıkar, ve sonra kendilerine bu ihtiyaçlarını hatırlattığı için teşekkür eden gözlerle görevliye bakarak içeri geri gelirler.
Zil çalar.
Kitapçıklar dağıtılır...
İlk sayfa açılır...
Yürek sıkışır...
Dudaklar kıpırdanır...
Su şişesinden bir yudum alınır...
İlk soru.
Adana, Bursa, Ceyhan, Diyarbakır ya da Edirne...
VE MUTLU SON
Bu sene ÖSS’ye beşinci girişim olacak. İsteyen bakabilir, ÖSYM’de dört kez kaydım vardır.
Düyun-u umumiye hiçbirinde çıkmadı... Çıkana kadar gireceğim.