TR EN

Dil Seçin

Ara

Kırkıncı Bahar

İnsan hayatı kilometre taşlarıyla dolu bir yolculuk. Belli aralıklarla girilen yaş dönemleri kemale gidişin ayak sesleri sanki. Çocukken hemen büyümek istemeler, gençliğin doludizgin koşulan yılları, yetişkinlik döneminde hayat yükünü omuzlamalar, olgunluk çağlarının kendine has dinginliği ve oturmuşluğu. Bu süreçlerin her biri yeni ufukların açılımı ve hayatı daha önce farkına varılmayan pencerelerden seyretme imkânı demek bir anlamda.

Hayatın kırkıncı baharına ermek de önemli bir kilometre taşı. Kırk rakamı dönüp dolaşıyor insanın zihninde. O zamana kadar akla gelmeyen çağrışımlar, fotoğraf kareleri halinde geçip gidiyor hayal dünyasından. Meğer ne çok söz üretmişiz bu rakamla. Ve hafızamızda ne hatıralar barındırmışız bu rakamın telaffuzu ile canlanan. Dün kadar bugünü de anlatırken kırk rakamını içeren ifadeler resmî geçit yapıyor adeta. Bunu fark etmek için bu yaşın eşiğinden geçmeliymiş insan.

Çocukluk yıllarından bir kesit... Anne “bizim kırklarımız karışmış” dediği arkadaşı ne zaman uğrasa kahve ikram etmeden bırakmıyor. Arkadaş çok ama o dost. Kahve de bahane zaten. Çünkü muhabbetin diğer adı kahve. Evin küçüğü tadını merak etse de “içersen kara kız olursun” dedikleri için mesafeli kahveye. Ancak “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözünü de düşünmeden edemiyor. “Ne kadar uzun bir süre. İnsan ne kadar yaşar ki, içtiği bir fincan kahvenin hatırını kırk koca yıl hissetsin?” diye soruyor kendi kendine. Hayatı otuz altı yaşında veda edilecek bir şey gibi algılamasının sonucu bu belki de. Çünkü evin babası o yaşta emr-i ilahiye teslim olmuş, ömür boyu devam edecek bir gurbet hissi, daha dört yaşında sarıvermiş yüreğini. Onu görenler “Gözlerini babasından almış” diyor hep. Buradan hareketle ömrün sona erme yaşının da ona benzeyeceği düşüncesi çocuk zihninin bir köşesinde yer etmiş işte. Böyle çocukça bir düşüncenin anlamsızlığını yaşadıkça öğreniyor insan oysa. Ömrün hitamı zannedilen o yaş geride kalalı birkaç sene olmuş bile.

Hayat her an bir öğrenme vesilesi olan nice derslerle dolu. Henüz güç yetiremediği bir şeyi yapabilmesi için büyüklerin “kırk fırın ekmek yemen gerek” demeleri de boşuna değilmiş mesela. Hayat yolunda sadece mideyi değil, akıl ve yüreği besleyip büyüterek yürümek en güzeli olsa gerek. Bir kan pıhtısı Allah’ın izni ve emriyle anne rahminde kırk hafta halden hale geçerek insan haline geliyor. Kemale yürüyüş dünyaya geldikten sonra da devam ediyor. İmtihan yurdundaki halden hale geçişlerin insan ruhunu kırk yaşında olgunluk seviyesine çıkarttığını belirtiyor âlimler. Bu yaşı idrak edenlerden olmak daha özenli bir şükrü gerektiriyor o halde. Daha bir derinleşme, daha bir olma gayreti için sunulmuş bir imkânı zayi etmeme hassasiyeti taşınmalı en azından. Âlemlere rahmet Efendimiz’in (sav) güzel ahlâkının damga vurduğu gençlik ve ilk olgunluk devresinden sonra kırk yaşında risalet görevini yüklenmesi de bu noktada dikkat çekici. Bugün hâlâ yüreklerde yankı bulan muhteşem destan, o yaştan sonra yazıldı çünkü. İman, azim, sabır ve gayret ile.

Aynı destanın bu çağda da yazılmaya devam ettiğine şahit oluyoruz. İman ve sabır imtihanından geçiyoruz günbegün. İlk bakışta eğitim görme ve çalışma hakkının çiğnenmesi gibi görülen tesettür yasağı, bir çeşit kimlik ve şahsiyeti yok sayma anlamı taşıyor aslında. Kaç yürek örselendi, nasıl alt üst oluşlar yaşandı ve nasıl oluyor da direnç hâlâ devam edebiliyor? Bunları merak eden yok. “Ben yaptım oldu.” zihniyeti. Hani çocuk masallarında geçen “kırk haramiler” vardır. Kervanlara ansızın baskın yapan ve yağma sonrası ardlarına bakmadan dörtnala uzaklaşıp giden. Geride bıraktıkları, bir olup bittiyle hayatları alt üst edilen insanlardır. Düşünmezler, kaale almazlar bile. Bir de canları eziyet etmek istedi mi sordukları bir soru var hatırda kalan: “Kırk katır mı kırk satır mı?” Eninde sonunda zulmedecek ama görünürde tercih sunuyor karşısındakine. Bu sorunun gerçek hayatta hâlâ muhatapları var. Ve biz suni kavgalarla havanda su dövülen demlerdeyiz. Ne demeli? “Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış!”

Kavurucu Haziran sıcaklarına imdat ediliyor kırkikindi yağmurları ile. Sabah ve öğle saatlerinde günlük güneşlik bir hava. İkindi vakti hiç beklenmedik bir sağanak yağış. Sanki zeminden kıvrım kıvrım yükselen sıcak dalgaları göğe açılan titrek eller yerine geçmiş de rahmet damlaları ile bu duaya icabet edilmiş. Körpe gönül coğrafyalarının hoyrat ellerce kurutulmaya çalışıldığına tanıklık ederken dökülen gözyaşları da bir çeşit kırkikindi yağmuru mu kim bilir? Yanıp kavrulan toprağa o serinliği başka ne verebilir ki? Hem belki “Onun Rabbi ile sözleşmesi benimkinden daha yeni” diyerek gökten inen yağmur damlalarını kardeşçesine kucaklayan Allah Rasulü’nün mana âleminde avuçlarına dökülüyor mazlumların gözyaşları...

İşte ömrün kırkıncı baharında en çok yüreğin kırkıncı odası gündeme düşmeli bu yüzden. İç dünyanın en gizemli köşesi sadece misafir edilmeye en layık olana açık tutulmalı. Madem ikindi vakitleri ilahi rahmet ikramından mahrum bırakılmıyoruz, kırkıncı odamızda da aşk ve umudu beslemekten vazgeçmemeli. Yürek yangınını serin ve selametli kılacak bu ikisi çünkü. Hem elest bezminden ahiret yurduna uzanan bir yolculuk halini düşününce dünyanın payına düşen seneler nedir ki?

Bu da geçer ya Hu!