TR EN

Dil Seçin

Ara

Birisi Seninle Hidayete Gelse

Birisi Seninle Hidayete Gelse

''Allah'ın birisini senin aracılığınla hidayete getirmesi, senin için Güneş'in üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.''

     — Hz. Muhammed (asm)

***

NEDEN TEBLİĞ?

Önce İslam'ın 5 şartını hatırlayalım: Namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet. 

İlginç değil mi? İlk dördü bayağı bir gayret içerirken, sonuncu şart sanki bir cümleyi söylemekten ibaret gibi. Acaba öyle mi? Dikkat ederseniz ''şehadet'' yani şahitlik vurgusu var. Peki insan neye şahit olabilir? Sadece gerçekten hakkıyla bildiği ve emin olduğu şeye. Demek ki iman hakikatlerini hakkıyla, sindirerek öğrenmemiz lazım. Şahit olabilecek düzeyde yani. Artı, şehadet kelimesinin açıkça söylenmesi de şart. Yani bildiklerimizi kendimize saklamayıp ilan etmeliyiz. Sonuç: Kelime-i şehadet şartı, iman hakikatlerini öğrenip, başkalarına anlatmayı da içeriyor denilebilir. Yani tebliğ aslında İslam'ın şartı gibidir dense, yeridir.

Zaten Allah dileseydi, herkese ayrı ayrı da indirebilirdi Kur'an'ı. Ama bir kişinin elçi seçilip ona indirilmesi, diğer insanların da o kaynak aracılığı ile davet edilmesi, tebliğin ne denli temel bir şart olduğunu gösteriyor. Peygamber (asm) görevini yapıp sonsuz âleme gitmiş oduğuna göre, o görev artık bizim omuzlarımızda değil midir? Topu başkasına atmayalım. Hele gerçeklerin perdelendiği, gafletin hâkim olduğu bu ahir zamanda, her bir mümin Allah'ın adını yüceltmekle görevlidir.

Kaldı ki, bugün bildiğiniz şeyleri siz de bir tebliğ sayesinde öğrenmediniz mi? İster bir sohbet, ister bir kitap, isterse de hâl diliyle yapılan bir tebliğ olsun. Yoksa rüya ile mi hidayete erdiniz? Size yapılan iyiliği siz de başkalarından esirgemeyin.

Duha suresinde geçtiği gibi: ''Yolunu şaşırmışken seni hidayete erdirmedik mi? Öyleyse soranı geri çevirme.''

     

DOSTÇA VE ŞEFKATLE YAKLAŞMAK

Aslında tebliğ, insanın yaratılışında var olan hemcinsine şefkatin doğal bir sonucudur. ''Bizi bu dünyaya kim ve neden getirdi? Şu muhteşem evrenin sırrı nedir? Burada ne yapmamız bekleniyor?'' gibi, her insan için hayati önem taşıyan soruların cevabını bulmuş olan birisi, tabii ki bulduğu cevapları diğer insanlarla paylaşmak ister. Sizin aç ve muhtaç kalbinize gıda, beyninizi kıvrandıran sorulara cevap, manevî hastalıklarınıza şifa olan gerçekleri öğrendiyseniz, manen aç, şaşkın ve hasta olan insan kardeşlerinize bunları aktarmak istersiniz, değil mi?

İşte bu insanî şefkatin doruklarındaki bazı kişiler, birkaç kişinin imanını kurtarmak için Cehennem'e girmeye razı olduklarını bile söylemişler. Biz Cehennem'e değil, biraz zahmete girsek yeter.

   

İHTİYACINI HİSSEDENE BİLDİRMEK

Duha suresindeki ''Soranı geri çevirme.'' emrinde gizli olan, Abese suresinde ise hayli açıklanan bir kural vardır. Bazı tefsirlerde de ''Biz müşterileri aramayız, müşteriler yalvarmalı.'' şeklinde vurgulanır bu kural. Yani karşınızdaki kişi en azından gerçekleri dinlemeye istekli olmalıdır. Zaten bir insan istekli ve hazır değilken yapılan tebliğ, su üstüne yazı yazmak gibi olur. 

Düşünün, iştahı olmayan ya da midesinden rahatsız birisine zorla yemek yedirmek, nasıl bir eziyettir. Midesi bulanır, güzelim yemekler ona iğrenç görünür. Aynı bunun gibi, iman hakikatlerini, ihtiyacını hissetmeyen kişilere anlatmak da, öyle ters teper. Kıymeti de bilinmez zaten.

Hele karşınızdaki anlattıklarınızı önemsemezken, siz alttan alıp yalvarırcasına ısrar ederseniz, meşhur bir benzetmeyle 'Öküzün boynuna gerdanlık takmak' gibi olur bu. 

Kendi geçmişimde, ben hazır ve hevesli değilken yapılan davet ve tavsiyelerin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığını bizzat yaşadığım gibi, kendim ihtiyacımı hissedip aradığımda, karşı tarafın nazlanmasına karşın zorlaya zorlaya aradığımı bulmuştum.

O yüzden, ''İhtiyacını hisseden, arar ve sorar zaten. Biz saklanmayalım ve susmayalım yeter.'' derim.

     

YA DA EN ÇOK SALDIRANA ANLATMAK

Az öncekinin tam zıddı gibi görünen bir ipucu daha vardır. O da en çok itiraz edene anlatmaktır. Zira müşteri olan ilişir, itiraz eder. Müşteri olmayan ilgisiz kalır. Anlattığınız konuları umursamayan, sizi yarım kulakla dinleyip 'tabi tabi, benim dedem de hacıydı zaten' diyen birisi yerine, söylediklerinize heyecanla itiraz eden, ilgili-ilgisiz yerlerde konuyu dine getirip lâf çarpan birisi, tebliğe daha muhtaç ve hazır demektir.

Böylelerin tavrı şu anlama gelir aslında: ''Bu konular kafamı kurcalıyor. Hatta arada inanasım da geliyor. Ama çelişki yaşıyorum. Şimdiki fikrimin doğru olduğunu ispat etmeye ihtiyacım var.'' Yani böyleleri, o yerli-yersiz saldırılarıyla kendi içlerindeki sorulara karşı kendilerini ikna etmeye çalışırlar aslında. Ama bir kez de kabul ettiler mi, tam yapışırlar. Hz. Ömer'in (ra) 'imana beş kala' tam ters bir çizgide militanlaşması rastlantı değildi.

    

ÖRNEK VE BENZETMELERLE ANLATMAK

Bu bahsin devamı olarak, akla yakınlaştırmanın en pratik bir yolu, örnek ve benzetmeler kullanmaktır. Akıl, ilk anda kavranması zor olan yüksek ve derin gerçekleri, benzetme ve örneklerle çok daha kolay anlar. O yüzden Kur'an'ın çok sık başvurduğu bir yoldur bu. ''Onların örneği şuna benzer...'' diye başlar çoğu bahis. Ve Peygamberimiz (asm) başta olarak, Hz. Mevlânâ, Sadi-i Şirazi, Bediüzzaman gibi birçok rehber de, tavsiyelerinin çoğunu örnek hikayeciklerle anlatmışlardır. Zaten günümüzde hızlı öğrenme ve hafızayı güçlendirme üzerine geliştirilen yöntemlerin de çoğu, benzetme, hayal etme ve hikaye oluşturma üzerinedir.

Ve dinî sohbetlerde, soyut kavramlar üzerine kurulan uzun cümleleri dinlerken uyuklayan kişilerin, ''Şu temsilî hikayeyi dinle.'' ifadeleri ile uyandığını siz de görmüşsünüzdür. Bu kolaylıktan faydalanmak gerek.

     

ÖNCE KENDİNDEN BAŞLAMAK

Dinleyeni esas uyandıran ise, anlatanın uyanık olmasıdır. Yani anlattığı gerçekleri önce kendi âleminde yaşamış, yaşadığını anlatan bir kişinin sözleri, sihir gibi etki eder. Sadece dilden çıkan kuru bir söz ancak kulağa girer. Ama kalbin derinliklerinden kaynayan bir söz tâ kalbe kadar işler. Bunun için de önce kendi nefsini ikna etmek gerek.

Bilirsiniz, ilk inen sure ''Oku!'' diye emreder. Dördüncü inen surede ise ''Kalk ve uyar.'' emri verilir. Ve bu iki surenin inişleri arasında üç yıl geçmiştir. Bu da gösterir ki, önce okumak, kendisi için okumak, nefsini tedavi etmek, ondan sonra başkalarına yönelmek lâzımdır. Zaten nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Kendi hasta olan, başkasını tedavi edemez. Hatta bazen nasihati damara dokunur, ters teper. Hazmedilmeyen bilgi, başkalarına anlatılmamalıdır. 

Peki ama kim çıkıp da, ''Ben nefsimi ıslah ettim. tamamdır.'' diyebilir ki? O zaman hiç mi tebliğ yapmayacağız? Bu açmazın çözümü şudur: Hazmettiğiniz kadarını anlatın, geçtiğiniz aşamaları paylaşın.

Örneğin siz Allah'ın varlığı, ahiretin geleceği konularında ikna olmuşsanız, ama namazı düzgün kılamıyorsanız, başkalarına da Allah'ı ve ahireti anlatırsınız, namazı değil. Böylece, hadiste de geçtiği gibi, başka yönlerden günahkâr bile olsanız, bu dine hizmet edebilirsiniz. 

    

KARŞIDAKİNİN SEVİYESİNE GÖRE ANLATMAK

Ata et, aslana ot atılmaz. Birisine şifa olan bir ilaç, diğer birisine zehir olabilir. Herkese anlayışına, kişiliğine ve seviyesine göre anlatmak gerekir. Ve buna, sadece seçilecek konu değil, anlatım şekli ve kullanılan dil yönünden de dikkat etmek şarttır.

'Yanıt'tan başka karşılık bilmeyen bir gence, 'elcevap' diye başlayan Osmanlıca cümleleri aynen aktarmak da mantıklı değildir. 'Küçüklere küçük sözler' diye bir usul var. İnsanlara akıllarına göre hitap etmek, Peygember (asm) tavsiyesidir.

 

TEKRAR ETMEK, BAZEN DE SUSMAK

Tebliğin bir gereği de tekrarlamaktır. Öğrenmenin temeli tekrardır zaten. Tekrar edildikçe fikirler zihinde yerleşir. O yüzden bir-iki girişimle sonuç elde etmeyince pes etmemek, gayretle devam etmek lazımdır.

Ama yeri gelince susmayı bilmek de gerekir. Özellikle de gururlu, aktif ve bencil kişilerin, başbaşa sohbetlerde karşısındakinin söylediklerini kabulde zorlandıkları çok görülür. Böyle kişilerin zihnine bir tohum atıp, birkaç kez de suladıktan sonra, çimlenmesi için bir süre kendi haline bırakmak en uygunudur. Sizinle konuşurken kabul etmediği fikirler, yalnız kaldığında vicdanında yer edebilir zamanla. Yani bazen susmak, karşıdakini insafa getirip kabulü kolaylaştırır.

Zaten tebliği bir tür terapiye benzetirsek, bir hafta boyunca her gün yapılan terapidense, haftada bir gün, yedi hafta süreyle yapılan terapi daha etkilidir. 

Zira aradaki boşluklarda, edinilen yeni fikirler sindirilme şansı bulur. Bir insanın hayat görüşünü bir haftada kökünden değiştirmesini beklemek aşırı bir iyimserliktir. Bırakın hazmetsin biraz.

 

İNSANLARI ZORLAMAMAK

80'li yıllarda arkadaşlarla kurduğumuz hayalleri hatırlarım: ''Hipnozla, telkinle vs. öyle anlatalım ki, kimse reddedemesin.'' Oysa bizim görevimiz kabul ettirmek değil, sadece güzelce bildirmekten ibarettir. Yani 'akla kapı açmak, ama seçme hakkını elinden almamak.''

Zaten Allah isteseydi, gökyüzüne yıldızlarla ''Lâ ilâhe illallah'' yazar, ya da tüm insanları rüyada doğru yola iletirdi. Oysa iman, kişinin seçme gücüyledir. Tâ ki ona lâyık olanlar kabul etsin; kömürle elmas birbirinden ayrılsın. Hem Cennet ucuz değildir, ciddi bir bedel ister. O yüzden illa sonuç almak için karşıdakini sıkboğaz etmek anlamsızdır. 

Nitekim nice peygamberler gelmiştir ki, mucizeler bile gösterdikleri halde, birkaç kişiden başka inananları olmamıştır. Ayette de ''Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah'tır ki, dilediğine hidayet eder.'' buyurulmuyor mu? Öyleyse bize ne oluyor ki?.. Görevimizi güzelce yapalım, sonucu Allah'a bırakalım.

Gâşiye suresinden: ''Hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil.''