“Allah’ın birisini senin aracılığınla hidayete getirmesi, senin için Güneş’in üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.”
- Hz Muhammed (asm)
Kolay Bir Yöntem
Bir önceki yazımızı Gâşiye suresinden şu ayetle bitirmiştik: “Hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil…” Bu âyetin tersine giden, yakaladıkları insanların ağzından girip burnundan çıkan, zorlayıp sıkıştıran arkadaşlarım vardı. Samimiyetlerine diyeceğim yok. Bazı başarıları da o samimiyet sayesinde olurdu zaten. Oysa tebliği zorlama bir tarza çevirmemek, gündelik hayata sinmiş, doğal bir şekilde yapmak çok kolaydır.
Zaten sıradan sohbetlerde hiç renk vermeyen, örneğin “Neden içki içmiyorsun?” sorusunu “Mideme dokunuyor.” diye cevaplayan, ama tenhalarda yakaladığı kişilere fısır fısır birşeyler anlatmaya çalışanlar, en azından şu havayı vermiş olurlar: “Bu inanç, normal hayata pek uymuyor herhalde. Ya da davasından tam emin değil.” Oysa gündelik sohbetlerde doğru konuşmayı başarsak, nice fırsatlar çıkar karşımıza. Örneğin “İşler kesat.” diyen bir esnafa, “Haklısın. Hâlâ kriz sürüyor, fiyatlar da fırladı. Ne olacak bu memleketin hâli?” demek yerine, “Ben şikayetçi değilim. Zaten burası sınav dünyası. İyisiyle kötüsüyle geçip gidiyor. Esas ahirette ne yapacağız, onu merak ediyorum.” demek daha güzel olmaz mı? Belki o da sizden böyle bir cevap bekliyordur.
Hisleri İşe Karıştırmamak
Tebliğ, adı üstünde, bildirmektir, tartışmak değil. Herhangi bir konuyu konuşurken, karşınızdaki kişi sizinle tartışma havasına girerse, aman dikkat, damarına basmayın. Zira tartışma, kişinin hislerini devreye sokar. Kendi fikrini savunmasına ve gerçeği görse de reddetmesine yol açar. Zaten nefsânî hisler devreye girince akıl izne çıkar.
Tıbbın birinci kuralıdır: “Fayda veremiyorsan bile, en azından zarar verme.” Zıtlaşarak, damara dokundurarak, kişisel sürtüşmeler yüzünden kaçırılan o kadar çok kişi tanıdım ki...
Böyle gergin durumlarda şu kuralı hatırlamalısınız: “Eğer bir konunun tartışmasında, kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup, kendi haklı çıktığına sevinse ve karşısındakinin haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Hatta gurura kapılıp zarar bile edebilir. Eğer hak karşısındakinin elinde çıksa, bir zararı yok. Hem de bilmediği bir meseleyi öğrenip faydalanmış olur. Nefsin gururundan da kurtulur. Demek ki, insaflı ve hakkı arayan kişi, hakkın hatırı için nefsinin hatırını kırar. Karşısındakinin elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.”
Bunun da ışığında, ben şu tarzda anlatmayı öneririm: “Ben Allah’a inanıyorum, çünkü şu şu gerçekleri gözümle görüyorum. Bu böyleyse, böyle böyle olması gerekmez mi? Benim delillerim bunlar. Şimdi bu verileri sen nasıl yorumlarsın, söyle.”
Nitekim Hz. Peygamberin (asm) Medine’ye tebliğ için gönderdiği Musab bin Umeyr’in, önemli bir kabile reisine karşı kullandığı üslup da aynen bu şekildedir. ‘İçlerindeki zayıfları kandırdığı’ suçlamasıyla yanına gelen lidere, “Ben insanlara anlatırım. Onlar da doğruysa kabul eder, yanlışsa reddederler. İstersen sen de otur, dinle. Doğruysa kabul eder, yanlışsa reddedersin.” der. Sonuçta bir saat bile geçmeden kabile reisi imana gelir.
Önce Kalbi İmana Taraftar Etmek
Şeytan da Allah’ı bilirdi. Ama gururu onu isyana ve küfre sürükledi. Oradaki aldatıcı, nefsânî lezzet onu kandırdı. Çoğu insan da böyledir. Aslında bir harf bile kendi kendine olamazken, bu muhteşem kâinatın bir yaratıcısız olamayacağını, zerre kadar aklı olan insan bal gibi bilir. Ama bu imanı izleyen itaat, kulluk, keyfince hareketi bırakmak gibi şeyler bazılarına güç gelir. Ve iman etmemek için inat ederler. Hayatın lezzetini inkârda zannederler. Kendi adına yaşayıp, bir yaratıcıyı tanımayıp, başına buyruk kalmakla mutlu olacaklarını sanırlar. O yüzden böylelerine iman esaslarını anlatmadan önce, imanın bu dünyada dahi gerçek mutluluğu kazandırdığını ispat etmek gerekir. Böylece kişi “Keşke Allah olmasa.” demekten, “Keşke Allah olsa.” deme noktasına gelince, imanı kabul etmesi çok daha kolay olur.
Gençliğimde fakültedeki bazı inançsız arkadaşlarımı, güvendiğim ağabeylerimin yanına götürdüğümde, kişi tamamen ateist bile olsa, önce “İman hem nurdur, hem kuvvettir.” diye başlayan bahisleri okurlardı. Bunu çok garipserdim. “Adam daha inanmıyor bile. Oysa ona inanmanın güzel sonuçlarını anlatıyor.” derdim. Ama elde ettikleri sonuçlar beni daha da şaşırtırdı. Zira önce kalbi imana taraftar etmek, aklın kabulünü de kolaylaştırır.