TR EN

Dil Seçin

Ara

Aşk Üzerine

Aşk Üzerine

Bu yazıda aşk üzerine konuşacağız; o karşı konulamaz tutku ve duygu seli üzerine. 

‘Aşk’ın tarih boyunca insanlar için ne kadar önemli olduğunu anlatmak gereksiz sanırım. Bu önem yüzünden, öteden beri filozoflar ve ilim adamları, aşkın sebeplerini ve mekanizmasını anlamak için kafa patlatmışlar. Ama dinlerden alınan ilhamla yapılan, yaratıcıyı, ‘ilahi aşk’ı merkeze alan yorumların dışında, tatmin edici bir tarif bulmak biraz zor. 

Filozofların ve bilim adamlarının çoğu, “Aşk üçe ayrılır. A tipi aşk, cinsiyet hormonlarının etkisiyle oluşur. Bir tutkudur. B tipi aşk zihinsel uyumdan beslenir. Yoldaşlık tarzındadır. C tipi aşka ise serotonin eksikliği sebep olur. Hastalıklı bir bağlanmadır.” şeklinde analizler yapmışlar. Tabii bunların hepsinde de ciddi doğruluk payı var. Ama bu tespitlerde ne ‘büyük resmi’ görebilirsiniz, ne de o muazzam duyguya yakışacak bir derinlik bulabilirsiniz. O yüzden din dışı yorumları bırakıp, Allah’a döneceğiz.

Allah, her şeyin yaratıcısı, kainatta gördüğümüz güzelliğin ve yüceliğin kaynağıdır, biliyoruz. Esma-i Hüsna’nın, en güzel isimlerin sahibidir ve o güzel isimleriyle kainatta değişik şekillerde tecelli eder, görünür. Biz de Allah’ı o isimlerle tanırız zaten. İşte bu ilahi isimleri, alimler ikiye ayırmışlar: ‘Cemali ve celali’ isimler. Günümüz diliyle söylersek, ‘güzellik ve yücelik’ ifade eden isimler. 

Örneğin kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, her an her yerde durmak bilmez bir faaliyetin varlığı, Allah’ın celal (yücelik) tecellisi iken, her şeyin en ince bir sanatla, muazzam bir özenle ve kusursuz derecede güzel olarak yaratılmış olması da onun cemalini (güzelliğini) gösterir. Sakin ve huzur veren bir gökyüzü cemal tecellisi iken, karanlıklarla çöken bir fırtına, cemal tecellisidir. Sevinç veren bir doğum cemali, hüzün veren bir ölüm celali gösterir. 

İşte bu iki kutup, insanda iki cinsi meyve vermiştir: Kadın ve erkek. Kadın, Allah’ın cemalini, güzelliğini, erkek ise celalini, yüceliğini yansıtır esas olarak. O yüzden her cins, Allah’ın tecellisinin ancak yarısını aksettirebilirler. Ve ancak bu iki yarım bir araya geldiğinde, Allah’ı tüm isimleriyle birden anlamak ve hissetmek mümkün olabilir. Tek kaldıkları zaman, erkekte güzelliği ve inceliği olmayan bir güç ve düzen, kadında ise gücü ve düzeni olmayan bir güzellik ve incelik kalır. İşte bu yüzden kadın da, erkek de, birleşmeye, bütünleşmeye, ‘tam’ olmaya yönelik doğal bir arzu hissederler; karşı cinse yönelik, karşı konulmaz bir çekim yaşarlar. İşte aşkın temeli budur.

Zaten genel bir kural olarak insan, kendi eksiğini tamamlayanı sever, kendine benzeyenle ise zıtlaşır. Yani kişi, kendisinde eksik olan şeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç zamanla arzuya, o da sevgiye, o ise aşk’a dönüşür. Yani her sevgi başlangıçta kişisel çıkarları doyurmak ve lezzet almak içindir ama, son aşamada kendini aşmayı, bütüne ulaşmayı, hatta o uğurda hayatını feda edebilmeyi netice verir.

Aşk, tüm dinlerde ‘ilahi aşk’ kavramı merkezinde yorumlanmıştır. Örneğin Yahudilik ve Hristiyanlıkta “Tanrın Rabb’i bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.” sözü, en temel buyruklardan biridir. İslam’da ise özellikle tasavvuf ekolleri bu konuda hayli derinleşmişlerdir. Zaten tasavvuf, akıl ve bilgi ile değil, kalp ve aşk ile Allah’a yönelmek demektir. Tabii ki “Madem bu kainatın bir yaratıcısı var, ben de ona itaat etmeliyim. Hem böylece sonsuz Cennet’i kazanırım.” şeklinde, düz mantıkla (ve sadece mantıkla) dinini yaşayanlar da övgüye layıktırlar, ama Allah’a aşk ile yönelmiş bir insanın yoğunluğunu, öylelerinde asla bulamazsınız. 

İşte o yüzdendir ki bazı tarikat şeyhleri, mürit adaylarına şu soruyu sorarlar: “Hiç aşık oldun mu?” Cevap “Hayır.” ise, o kişiyi tarikatlarına kabul etmezler. Zira bir kişinin sevgi potansiyeli, onun bir başka insana karşı aşk yaşamış olmasıyla anlaşılır. Eğer bu potansiyel varsa, un, şeker ve yağ var demektir. 

Bu malzemelerden ilahi aşk çıkarmanın yolu ise, o aşkı, aşık olunan özelliklerin gerçek sahibine yönlendirmektir. Bu da çok zor değildir aslında. Zira:

-Bir başka insana aşık olan kişi, kısa sürede şunu fark eder ki, ondaki (örneğin) güzellik, onun kendi malı değildir. Zira yaşlandığında çirkinleşecek, ölünce de çürümüş bir cesede dönüşecektir. Demek ki o güzellik onun değil, ‘onda yansıyan’ın güzelliğidir. İşte bunu ifade etmek için mutasavvıflar “Her güzelin güzelliği, Allah’ın güzelliğinden aksetmiş bir parçadır.” ve “Bir kadına olan aşk, onun aynasında Allah’ı görebilmekten dolayıdır.” hatta “Aşığın sevgilide gördüğü, O’dur.” demişlerdir. 

-Ayrıca Allah’tan gayrı her şey ve herkes ölümlü ve geçici olduğuna göre, kalbi onlara değil Allah’a bağlamak gerektiği açıktır. Zira her insanın kalbi, “Batıp gidenleri sevmem.”, “Faniyim, fani olanı istemem.” diye haykırır. Ölüp gidecek birisine kalbi bağlamak, sürekli acı çekmek demektir. Bu kadar güzel bir duygu ise, insana acı çektirmek için verilmiş olamaz.

İşte eğer kişi bu aşamaları geçerse, Allah’ı, bir insanı sevdiğinden çok daha büyük bir aşkla sevmeye başlar. Kalbi titrer, uykusu kaçar, iştahı kesilir, gözü yaşarır, secdeden kalkmak istemez. Gerçek aşk da buna denir zaten. 

Aslında bu konuda yazılabilecek daha çok şey var ama, bazıları sakıncalı olabileceği için konuyu özet bir cümleyle bağlayalım: Aynada Güneş’i gören, aynayı sevebilir ama, asıl Güneş’e aşık olmalıdır.