TR EN

Dil Seçin

Ara

Selim Gündüzalp İle Son Kitabı “Allah ve Aşk” Üzerine Röportaj

Selim Gündüzalp İle Son Kitabı “Allah ve Aşk” Üzerine Röportaj

Röportaj

 

“Allah ve Dua” (2007) ve “Allah ve Ümit”ten (2009) sonra, “Allah ve Aşk” (2010) adlı eseriniz, bu serinin üçüncü kitabı. Bu kitabı yazma ve bu seriyi hazırlama fikri nasıl doğdu?

Hayatın sahibi ve sultanı olan Allah’ın (c.c.) adını yüceltmek ve O’nun ismiyle anılacak bir çalışma yapmak isterdim hep. Bu duygu, Rabbime karşı dayanılmaz bir arzu olarak içimde yıllar yılı duruyordu. Bir zamanını bekliyordu sanırım ortaya çıkacak. Allah ve Dua ile biiznillah kendini gösterdi. Bu serinin de sanki habercisi oldu.

Başlangıçta devam niteliğinde bir şey yoktu. Sevk-i ilahi ile bir yol çizildi. Çok şükür, böylesi iyi oldu.

Yaklaşık dört yıla yakın bir zamandan beri haftalık yayınlanan gazete yazılarımızın da bunda payı olsa gerek. Onun da hakkını teslim etmeliyiz.

Çünkü zihin ve kalem işlemeye, konular da çeşitlenmeye başlayınca, müktesebatı görmek ve çıkan yazılar üzerinde çalışılmaya müsait bir zemin oluştu. Bu, bizim için de sürprizdi. Yazdıkça ya da kuyudan suyu aldıkça Allah yerine daha da çoğunu gönderdi. Diğer kitapların da çıkmasını nasip etti. 

 

Bu kitaplarda takip ettiğimiz bir yöntem var mı? 

Her ne kadar makaleler topluluğu gibi görünse de, her kitabın ana konusu var. Daha çok onu işlemeye ve anlatmaya çalışıyor.

Bu ana bölüm, kitabın önemli bir kısmını teşkil ediyor. Bu haliyle de belki kendi başına bir kitap olmayı hak ediyor. 

 

“Allah ve Aşk” ne kadar zamanda yazıldı ve nasıl bir süreç yaşadınız? 

Bu serideki her kitabın ortaya çıkması, bir yılı aşkın süreyi buldu. Ancak bu süreç geride otuz yılı aşkın bir bekleme ve demlenme dönemidir belki de.

Zafer dergisini hazırlamak ve günler, geceler boyu onunla düşüp kalkmak bambaşka bir şey. Dergimizde yazan yazarlarımızın yazılarıyla uğraşırken insan yazı yazmaya kolay vakit bulamıyor. Bırakın gününü, bu uğraş insanın ömrünü de dolduruyor.

Her ikisinin de aksamaması için hizmetteki arkadaşlarımın, özellikle de Suat Ünsal kardeşimin de önemli katkı ve teşviklerini gördüm. Allah kendisinden razı olsun. Yılların getirdiği bu süreçte, birtakım pratik faydalarla beraber, yeni yeni de yollar açılıyor ve siz yazma arzusunu kaybetmedikçe, sular bir yerlerden sızmaya başlıyor. 

 

Her kitabın başında olduğu gibi “Allah ve Aşk” kitabında da bu konuyla ilgili uzun bir giriş yazısı var. Maksat, bu girişte mi gizli? 

Evet, bu seride, böyle giriş yazılarına ihtiyaç duyduk. Konular da hayati olunca, bu kaçınılmaz oluyor. Kitabın ismini de taşıyan ağırlıkta bir bölüm oluyor bu. Bu bölümün üzerinde titizlikle çalışıldı.

Çok şükür, hazineler değerinde harika bir kütüphanemiz var. Bu sahada yazılmış olan belli başlı bütün kitaplar orada mevcut. Bunlar bir yekûn de teşkil ediyorlar. Birçoğu tarandı, elden geçti, notlar alındı. Güvenilir İslamî kaynaklarla beraber hamur, teknede yoğruldu.

Son zamanlarda medyada yoğun bir ‘aşk’ bombardımanı oldu. Elimizdeki bilgilerin ve kaynakların ışığında bizim de bir şeyler söylememiz kaçınılmaz bir hale geldi.

Gerçekten de elimizde o kadar ihatalı ve hemen her konuyu fevkalade vukûfiyetle açıklayan harika bir külliyat var: Risale-i Nur. Şükür ki, onun açtığı pencereden bakmak, onun rehberliğinde bu zamanın her meselesini, gündemdeki her konuyu rahatlıkla incelemek ve söylenmesi gerekeni söylemek, mümkün oluyor. 

 

Allah ve aşk konusu üzerinde çalışırken dikkatinizi çeken şeyler oldu mu? 

Evet. Hatırımda kalan mesela, Schopenhauer’ın ‘Aşkın Metafiziği’ni okurken aşk konusunda bazı tespitleri dikkatimi çekti. Felsefecilerden bu konu üzerinde Platon dışında pek ilgilenen olmayışına, yani yalnız kalışına sitem ediyordu Schopenhauer. Bazı tespitlerine katılmamak mümkün değil ancak elimizdeki kaynakların yanında, söyledikleri çok ama çok yavan kalıyor.

 

Özellikle hangi konuda? 

Mesela, aşkın kaynağı ve cemale vurgu konusu. Kâinattaki cemal ve kemal dengesine ilahî bir pencereden bakılmayınca, yollarımız daha başlangıçta ayrılıyor zaten.

Oysa Bediüzzaman Sözler’de, özellikle Yirmi dördüncü ve Otuz ikinci Söz’de aşk ve muhabbetullah konusunda her şeyi yerli yerine oturtuyor.

Çok zengin bir kaynağa sahip olduğumuzu bir kere daha gözlemledim. Bu bağlamda felsefecilerin boğulduğu yerde, Bediüzzaman’ın ayağının bile neden ıslanmadığını bir kere daha anladım.

Dünya Risale-i Nur’a ve onun tespitleriyle sunduğu çözümlere belki de her zamankinden daha fazla muhtaç bir hale geliyor.

Evet, elimizde böyle ölçüler olmasaydı, ne felsefenin, ne insanın, ne tabiatın, ne de aşkın üstesinden gelemezdik, boyunun ölçüsünü alamazdık. Bırakın, ne olduğumuzu bile anlayamazdık.

Önüne gelen, konuşuyor. Attılar mı, mangalda kül bırakmıyorlar. Biz de bu konuların esrarengiz havası içinde kaybolup giderdik elimizde böyle sağlam bir külliyat ve yol gösterici bilgilerin rehberi olmasaydı.

Konuların takdimi de önem arz ediyor elbette. En başta, Risalelerin çok iyi okunup hazmedilmesi, günümüzün problemlerine çözüm sunarken, muhataplarımızın anlayacağı bir dile ve sunuma da ihtiyaç var. Özellikle de gençlerimiz için.

Aradığı hazinenin yıllar sonra, kendi elinin altında olduğunu çok kayıplardan sonra fark etmemeli.

Aşk konusu, her yaştaki insan için çekici, cezbedici bir konu. Özellikle gençler, ne olduğunu anlayamadan, duygularını dizginleyemeden ve sonunu da düşünmeden, çok riskli adımlar atıyorlar. Bu asil duygunun ne için verildiğinden habersiz, hastalıklı ilişkilerin bağımlısı oluveriyorlar. Doğrusunu gösterecek rehberlere, eserlere şiddetle ihtiyaç var.

Öyle bir sofranın başına oturtuluyorlar ki gençler, “Zehirli mi, değil mi? Yenir mi, yenmez mi?” diye düşünmeden ömürlerinin en değerli çağında ciddi sarsıntılar yaşıyorlar. Düşünemeyeceğimiz kadar tehlikeli yollardan geçiyorlar.

Çok çabuk unutuyoruz. Aynı coşkulu duyguları gençlik yıllarımızda bizim de yaşamış olduğumuzu.

İnanç ve insan konusu, aşktan da önce gelir. Bu duyguları insana veren kim? Kalbine koyan kim? Onu tanınmadan atılacak her adım hüsranla bitecektir. Ne yazık ki, öyle de oluyor.

Gençlerin akıl verene değil, samimi dosta, duygularını anlayan rehberlere ihtiyaçları var. Allah’ın yaratılışımıza koyduğu duygular ve bu duyguların niçin verildiği sorusu anlaşılmadan, sadece mücerret aşkı çözemezsiniz.

Duyguları frenleyecek ve toz duman arasında görülmez hale gelen doğru adresi bildirecek eserlere, sohbetlere ihtiyaç var. 

 

Aşk konusunda İslamî kaynaklar nasıl? 

Epey malzeme var ama sayılı ve de kısıtlı. Özellikle de zamanın ruhuna çok da uygun düşen şeyler değil.

Aşk, sevgi ve muhabbetullah bahsini Risale-i Nur Külliyatı’ndaki kadar teferruatıyla ele alan ve bunu yerli yerine koyanına pek rastlayamadım doğrusu.

Aşk konusu, günümüzde de çok ciddi bir anlam kaymasına da uğramış. Bir defa, Batıyla Doğunun aşka bakışı da çok farklı. Biri bedenî hazlardan bahsederken, diğeri ulvî ve ilahî yönelişlere dikkatleri çekiyor.

Aşk, maskelenerek sunuluyor günümüzde. Aşkın masumiyetinden birileri istifade ediyor. Şeytani bir tuzak var. 

 

Sonuç? 

Bir yığın aşk kurbanlarının ve şeytanın tuzaklarına düşenlerin, hüsranla biten yolculukları oluyor. 

 

Edebiyatımızda nasıl ‘aşk’ konusu? 

Divan edebiyatının malzemesi çok zengin. Masumiyetle beraber orada da ciddi problemler var tabii. Bu sahaya da ölçü gerekli ve o sağlam kaynağın gözüyle bakmak lâzım.

Şükür ki, burada da ölçüyü koyuyor Bediüzzaman. “Allah ve Aşk” kitabının giriş kısmında buna da işaret ettik.

Bu çalışmadan çok istifade ettiğimi kendi adıma çekinmeden söyleyebilirim.

En azından gençlik yıllarında yaşadığımız duygularla tekrar yüzleşme imkânı bulduk. Bunları şu anda yaşayanlara, ‘Allah ve Aşk’ kitabıyla söyleyeceklerimiz oldu. Buna ta başından beri gönülden inanmıştım. Ama çok zor olduğunu bildiğim için bu konuya girmekten kaçınıyordum. Üstesinden geldik mi, bilemem. Ama bir nebze de olsa inşallah faydalı olabilirsek, ne mutlu bize… 

 

Kitabı yazma sürecinde yazdığınız yazılardan etkilendiğiniz oldu mu? 

Olmaz mı? Şunu itiraf edeyim ki, bu yazıların her ne kadar altında bir imza görünse de, hakikat-i halde birçok kardeşimizin fiili ve okuyucularımızın da dualarıyla katkıları vardır.

Bazıları ise hiç ama hiç sahiplenemeyeceğim yazılardır. Nurların bereketi olarak Rabbimize hamdimizi artıracak çalışmalar olarak iade edilir inşallah.

Güzellik, istifade ettiğim eserlere; kusur ve noksan ise bize aittir. 

 

Bunlar hangi yazılar? 

Onu okuyucuya bırakalım isterseniz. Ferasetiyle sezerler diye düşünüyorum. Hem diğer yazılara da haksızlık etmiş olmayız. 

 

Kitapta işlediğiniz konular çok çeşitli. Aşkın yanında, hayattan ölüme, iyilikten ümide, gerçekten hayale kadar birçok farklı konulara da yer vermişsiniz. Bu çeşitliliği neye bağlıyorsunuz? 

Hayatta tekdüzelik yok aslında. Çeşitlilik var. Bu, bir günün içinde de vardır, bir anın içinde de. Belki de onun yansımasıdır. 

 

Bu kitabınızla nasıl bir kitleye ulaşmak istediniz? 

Özellikle gençlere ama her kesime ulaşması da, temenni ve duamdır.

Bu yazılarda işlenen konuları hayati konular olarak düşünüyorum. Bundan sonrası bizi aşıyor. Temenni ve niyetten öteye yapacak bir şey yok.

Bir düşünürün tabiriyle:

“Okuyucum bir kişi de olsa, kendimi yazmak mecburiyetinde hissediyorum.”

Bu, çok yüksek bir hamiyet duygusu. Ama yazmak, böyle bir şey galiba. Hele de derdi ve ideali olanlar için.

Risaleleri okuyup da söyleyecek sözü olmayana gerçekten hayret ederim. O kitapların içindeki hakikatlerin, alâ külli hal, her meselede, her açıdan söylenecek sözü ve gündemdeki konulara ilişkin bir yüzü ve cevabı mutlaka vardır. Onları arayıp bulmalıyız ve ihtiyaç sahiplerinin istifadesine de sunmalıyız.

Mâlûm, ahir zaman... Hastalıkların çok çeşitli olduğu bir devir. Nurlar ise, Kur’an eczanesinden sunulan devalar ve şifalardır. O kutsî eczaneden Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan ilaçlarını almalı ve ihtiyaç sahiplerine sunmalıyız. 

 

“Allah ve Aşk” kitabı hakkında özelde ne dersiniz? 

Bizimkisi denizden bir damla su ve o suyu sunmaktan ibaret. Aslolan, kaynağa işaretimiz. Hepsi bu.

Levhanın kendisi o kadar önemli değil. Levhanın işaret ettiği hakikat, kendisinden de önemli. Bu çalışmamız, bu yolda, bir işaret levhası kabilindendir inşallah. En azından bu niyeti taşıyoruz içimizde.

 

Kitabın en sonunda, “Allah ve Aşk” ile ilgili yazılardan seçtiğiniz alıntılara yer vermişsiniz. Böyle bir bölüm oluşturma fikri nereden çıktı?

Evet, bu bölüm de bir lütfu ilahi oldu diyebilirim. Kitap oldukça hacimli. İnsan da nisyana müptelâ. Unutabiliyoruz. Bu önemli konu, bitimine yakın zihinlerde tekrar terütaze taze kalsın istedik.

Bundan sonraki kitapların da vazgeçilmez bir bölümü olacaktır herhalde.

Bir de sondan okuma alışkanlığı olanlara da cazip gelebilir.(!) 

 

Bundan sonra hangi eser gelecek? 

İnşallah inanca dair ana konuları Allah yardımıyla işlemeye azimli ve niyetliyiz. 

 

Son olarak diyecekleriniz? 

Hayat hep sonlarla dolu. Her yazı, her söz, okuyan için de, söyleyen için de son söz olabilir.

Bir kahvenin kırk yıl hatırı varsa, “Bizi kediler âleminde fare yapmayan, bir tutam maydanoz yapmayan, kendisine ve Kur’an’a muhatap eden Allah’ın (c.c.) üzerimizdeki hakkı ve hatırı nedir sizce ve biz bu hakkı nasıl ödemeliyiz?” diye inceden inceye düşünmeliyiz bunun gereğini de bir kul olarak yerine getirmeliyiz.

Sezai Karakoç, Risale-i Nurlar için şöyle der:

“Risale-i Nur Külliyatı, tek başına bir İslam kültürü külliyatıdır.”

İşte eserler önümüzde duruyor. Hayatı böyle yaşamalı ve yaşadıklarımıza da hayata yansıtmalıyız.

Rabbimize hamd-ü senalar, Efendimize salât-u selâm olsun. Sevgili Zafer okuyucularımıza da dualar ile. Ve onların da dualarını bekleyerek… 

 

Çok teşekkür ederiz.