TR EN

Dil Seçin

Ara

Kaderin İnce Sırları

Kaderin İnce Sırları

Gaflet ve cehalet ayrı birer karanlık... Gece zulmetinin eşyayı gizlemesi gibi, bu karanlıklara düşen bir insan da ne kendini okuyabilir, ne de kâinat kitabını. Her organının, hücresinin ve duygusunun ayrı birer mucize olduklarını, bunların taklidini yapmanın ise mümkün olmadığını hiç düşünemez olur. Onları sadece dünyanın geçici menfaatlerinde ve zevklerinde kullanır. Düşünmeden yaşar veya yaşıyorum zanneder.

Kendini ve bütün varlık âlemini, iman nuruyla doğru değerlendiren bahtiyar bir insan ise şöyle düşünür:

“Ben Allah’ın eseriyim; hayatım Onun Muhyi isminin tecellisi; şeklim, suretim Onun Musavvir isminin tecellisi; her şeyimin yerli yerinde ve hikmetle yaratılmış olması Onun Alîm ve Hakîm isimlerinin tecellileri. Ve ben varlığımda tecelli eden her bir İlahi isimle ayrı bir rahmete mazhar olmaktayım. Bunların her biri için ayrı bir şükür borcum vardır.”

Allah’a iman eden bu kişi, bütün bu nimetlere karşı Rabbine nasıl şükredeceği, kulluk edeceği sorusunun cevabını da imanın diğer iki rüknünde, yani kitaplara ve peygamberlere imanda bulur. İşlerini, hareketlerini, düşüncelerini ve ahlâkını Kur’an’a göre tanzim etmeye ve bu konuda yegâne rehber olan Allah Resulüne (asm) mutlak manada itaat etmeye çalışır.

Böyle bir insanın imanı gittikçe kuvvetlenir, gönlü huzurla dolar. Bu bahtiyar insan her şeyi ve her hadiseyi Allah’ın yarattığını ve takdir ettiğini bilmekle mahlûkata karşı ne aşırı bir minnet duygusu taşır, ne de onlardan gelecek zararlardan fazlasıyla korkar.

İman kuvveti denilince aklımıza öncelikle Allah’ın varlığına ve birliğine tahkiki bir surette inanmak gelir. Şu var ki, bu iman rüknüne inanmadaki kuvvet diğer rükünlere de sirayet eder. Meselâ, kendi başımızdan geçen yahut çevremizde vuku bulan üzücü olaylara karşı dayanma gücümüz “kadere iman” rüknündeki kuvvetimiz nispetinde olur. Hayır olsun şer olsun her şeyi ancak Allah’ın yarattığına iman eden kişi, olayların görünürdeki sebeplerine bağlanıp kalmaz. Onların hikmet ve rahmet yönüne de nazar eder. Zarar ve şer olarak gördüğü olaylara karşı bir tedbir alması mümkün değilse, bu konuda kendisine bir görev düşmüyorsa, yapacağı tek şey, bu olanların başıboş olmadığını düşünmek ve “Allah’a hüsn-ü zan ibadettir.” hadis-i şerifinden aldığı ders ile sonucu tevekkül ile beklemek ve rıza ile karşılamaktır.

Bu noktaya gelen bir mümin, şu ayet-i kerimenin verdiği hakikat dersini her hadisede hatırlar: “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için şer iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi, 216)

Bir kul olarak insan, kendine düşen görevi hassasiyetle yerine getirdikten sonra, âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül eder. Meselâ, hava unsurunu Onun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. Gerekli tedbirleri almakla birlikte bu unsurun kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını da çok iyi bilir. Diğer varlıkları da aynı şekilde değerlendirir.

Üstad Bediüzzüman Hazretleri; “Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikâtından kurtulabilir.” buyuruyor.

Kâinata meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve O izin vermedikçe hiçbir şeyin insana zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu gerçek, eşya için olduğu gibi olaylar için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikâtından kurtulabil”me ifadesiyle bu mana ders verilmiştir.

Deniz, Allah’ın bir mahlûkudur, dalgaların fırtına ile yükselmesi de insanın tansiyonunun yükselmesi gibi bir hadisedir. Denizi yapan başka, bu hadiseyi yaratan başka olamaz. O halde, denizin sahibine iman ile intisap eden bir mümin dalgalardan korkmaz. Kendine düşen tedbir görevini yerine getirir; ama çok iyi bilir ki, deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz.

Bunun en yakın ve en güzel örneğini Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin hizmet hayatında görüyoruz:

“Ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim.” diyen o büyük Üstat, kendisine yapılan haksızlıklara karşı, hukuk mücadelesini eksiksiz olarak yerine getirdikten sonra, zulmen hapse atıldığında artık ehl-i dünyanın kararlarını bir tarafa bırakır, hapse Allah’ın takdiriyle girdiğinin derin idraki içinde hapishaneye “medrese-i Yusufiye” der ve oradaki insanların manevî dertlerine deva olmak için çalışır.

Bir başka dersinde zulmen atıldığı hapishanede, diğer mahpuslarla da görüşmemesi için tecrit koğuşuna konulduğunda, beşerin bu büyük zulmüne şu emsalsiz tevekkülle karşılık verir:

“Hem eski Harb-i Umumîde şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki, ‘Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.’ derken, inâyet-i Rabbâniye, hem adalet-i kaderiye tecellî ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivâlara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi.” (Lem’alar)

Biz de o büyük Üstadın, kadere imanda ulaştığı bu yüce mertebeye bir derece yanaşmak ve bu büyük kuvvete bir nebze sahip olmak istiyorsak, cüz’i irademizi kullandıktan sonra Allah’ın küllî iradesine, sonsuz hikmet ve rahmetine itimat etmeli ve ortaya çıkacak her türlü sonucu “rıza ve memnuniyetle” karşılamalıyız.

Ana rahminde kendimizden hiç haberimiz yokken, bütün organlarımızı en hikmetli ve en mükemmel şekilde takdir edip yaratan Rabbimizin, o küçük âlemdeki kader tecellilerinin bu büyük âlemde de devam ettiğini düşünürsek, biz de “hâdisatın dağlarvarî dalgaları içinde seyran” edebiliriz. Aksi halde çok küçük bir dalga bile bizi boğmaya yahut iç âlemimizi endişe ve hüzünlerle doldurmaya yeter.

Bu varlık âlemindeki her bir zerre ve her bir yıldız gibi, başımıza gelen olaylar da kendi başlarına buyruk değildir. Üstadımızın buyurduğu gibi, “Her şeyin dizgini Onun elinde, her şeyin hazinesi Onun yanındadır.”

Onun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de deniz insanı boğabilir. Ağacının bakımını iyi yapan bir bahçıvan, onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece görevini en iyi şekilde yapmakla mükelleftir. Sonunda hayra ulaştığında çok iyi bilir ki, “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de Onun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zararlı bir sonuca ulaştığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki yanlış yol tutmakla bu şerri kendisi istemiştir.

Konuyu tamamlarken, çok önemli gördüğüm bir hususu da beyan etmek istiyorum:

Hazret-i Musa aleyhisselam gibi kitap sahibi bir büyük peygamberin bile, kaderin ince sırlarını anlamak için Hz. Hızır’dan ders almak istediğini ve bu maksatla onunla seyahat ettiğini Kur’ân-ı Kerîm’den öğreniyoruz.

Hakikat bu iken, başımıza gelen yahut dış dünyada vuku bulan üzücü olayları yorumlarken, İlâhî takdir hakkında iddialı konuşmamız doğru olmaz.

Başa gelen musibetler İlâhî bir ikaz, yahut kahır olabileceği gibi, insanların derecelerini artıran İlahî bir lütuf da olabilir.

Kaderin ince hikmetlerini bilemeyeceğimiz için, kanaatimce en selâmetli yol şöyle düşünmektir:

Kendi başımıza gelen olaylarda nefsimizi ittiham ile kusurumuzu araştırıp tövbe etmeli; başkalarının başına gelen musibetlerin ise İlâhî bir lütuf da olabileceğine hüsn-ü zanda bulunmalı veya en azından bir yorumda bulunmamalıyız.