TR EN

Dil Seçin

Ara

Erkeklik Neden 'Gay'ıyor?

Ünlü bir şarkıcımızın ‘şüpheli’ fotoğraflarının medyada yayınlanması ve cinsel tercihinin tartışılmaya başlanması, geçen ayın en flaş olaylarından biriydi. Bu durumda, bir psikiyatrist olarak eşcinsellik (homoseksüellik) üzerine yazmak, sanırım şart oldu...

 

Ünlü bir şarkıcımızın ‘şüpheli’ fotoğraflarının medyada yayınlanması ve cinsel tercihinin tartışılmaya başlanması, geçen ayın en flaş olaylarından biriydi. Bu durumda, bir psikiyatrist olarak eşcinsellik (homoseksüellik) üzerine yazmak, sanırım şart oldu.

Her fırsatta "Erkek milletiz" diye övünürüz ama, bu problem aslında ülkemizde öteden beri gizliden gizliye yaşanan, sargıların altında kanayan bir yaradır; bilen bilir. İşte bu yara ‘star,’ ‘ilah(!)’ vs. diye tanıtılan bir şarkıcı vesilesiyle açığa çıkınca, toplum olarak birden irkildik tabiî. Oysa biz sadece hakemleri öyle sanırdık; bir de, elin gavurunu... Bizi tatlı gaflet uykumuzdan uyandırmanın ne âlemi vardı ki?

Böylesi yazılara problemin tarihçesi ile başlamak adettir esasında. Ne var ki, Kur’ân sayesinde, bu problemin Lût kavminden beri var olduğunu hepimiz zaten biliyoruz. Bu noktada dikkat çekici olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı bile ayıp saydığı bu konuda Kur’ân’da o derece çok ve açık ifadelerin bulunmasıdır. Meraklıları Hûd, Hicr, Şuarâ, Neml ve Ankebût sûrelerine havale ediyorum. Kur’an, Lût kavmi örneğinde kendisine temas ettiğine göre, demek ki, bu problem “Lût kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, zinadan bile çirkin, ama herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilir” imiş.

Problemin yaygınlığı konusunda rivayetler muhtelif. Bu konuda araştırma yapmaya sadece Batı ülkelerinde cesaret edilmiş. Orada çıkan yüzdeler bile hayli çelişkili. Erkeklerde yüzde 1 yaygınlıktadır diyen yayınlar da var, oranı yüzde 5 olarak bulanlar da. Anlaşılan, o ‘özgür ve hoşgörülü’ ülkelerde bile bu yönelim rahat, doğru ve tutarlı biçimde ifade edilmiyor. Araştırmadan araştırmaya bu denli rakam oynamaları başka nasıl açıklanır ki? Demek ki, yapılana ‘özgürlük’ adına alkış tutanların zıddına, oralarda bile ‘yapanlar’ın çoğu yaptıklarından utanıyor aslında. Anlamlı, değil mi?

Peki, neden böyle bir şey oluyor? Böylesi bir cinsel sapma neden ve nasıl yaşanıyor?

Önce biyolojik-genetik faktörlerle başlayalım:

Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonları da az miktarda bulunur—bilmem biliyor muydunuz? Zaten, öyle olmasa, bütün erkekler aşırı sert ve maço, bütün kadınlar ise aşırı kırılgan olurlardı ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmesi pek de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minimal yönelimler, genetik ve hormonal bozulmalar sonucu, bazı kişilerde ileri düzeylere varabiliyor. Ve ortaya doğuştan eşcinselliğe yatkın bireyler çıkabiliyor.

“E, sonra?” diyorsanız, şu sohbeti dinleyin:

Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım beni telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra, “Baksana!” dedi, “Biliyorsun; son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutu da olduğu tesbit edildi; sen de okumuşsundur. Yani, bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan meyil dolayısıyla o yöne gidiyorlarmış; bu açık artık. Oysa biz İslâmî yönden bunun kabul edilemez bir yönelim olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz. Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?”

Ona, “Belki garip bir örnek olacak ama” dedim, “Biliyorsun, meselâ çok-eşlilik de erkekler için neredeyse genetik ve tabiî bir meyildir.” “Evet?” dedi. “Peki sen çok-eşli misin?” diye sordum. “Tabiî ki hayır” dedi. “Neden?” diye üsteledim. “İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen.” “Var aslında” dedi, “Ama hem eşim buna izin vermez, hem toplumsal kurallar, kanunlar vs. bir yığın engel var; biliyorsun. Üstelik günaha girmiş olurum. O yüzden düşünmem bile.”

“Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun işte” dedim. “Eşcinsel meyiller de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir; ama o kişilerin de bu anormal yönelimlerini kontrol etmeleri beklenir, bunu becerebilirler de aslında.”

“Bu yönden düşünmemiştim” dedi arkadaşım.

Ardından, kısa bir düşünme sonrası, “Ama” dedi, “meselâ, bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolü güç saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın da etkisiyle, diyelim ki bilincinde olmadan birini öldüren bir şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tesbit edilirse Türk Ceza Kanununun 46. veya 47. maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?”

“Peki,” dedim, “O hasta, cezası affedildikten sonra, bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır? Yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp sonra da uzun süre izlenip kontrol mü edilir?”

Arkadaşım, “Yine haklısın” dedi.

Siz de “Haklısın” dediyseniz, geçelim bu problemin psiko-sosyal yönlerine.

Önce aile ve yetiştirme ile ilgili faktörlere kısaca göz atalım:

Bu konuda en çok üzerinde durulan etkenler, annenin eşine baskın, oğluna fazla yakın oluşu ve babanın ise—ya yok veya soğuk veyahut uzak olması yüzünden—yetişen delikanlıya iyi bir örnek olmayışıdır. Tipik bir örnek olarak, meselâ, kocasından yana hayal kırıklığı yaşayan ve kopuk evliliğinin tesellisini oğluyla paylaşımda bulan bir anne, hele babayı oğluna kötülüyor ve evde de dışlıyorsa, tehlike çanları çalıyor demektir. Tabiî, bu erken dönemlerde çalan çanların sesi ancak ergenlik dönemlerinde duyulmaya başlanır; ama o zamana kadar da, çoğunlukla iş işten geçmiş olur.

Ergenliğe geçiş döneminde sırf meraktan bu tür bir ilişkiyi (kısmen) denemiş gençler de hayli fazladır. Nerdeyse ne yaptığını bilmeden, ‘doktorculuk’ oynarcasına. Bu tür tecrübelerin (bizde yine araştırma yok, ama Batı ülkelerinde) en az yüzde 10 gibi yüksek oranlarda olduğu da bir gerçektir.

“Çocukça bir hata” bile denebilir belki. Ancak, esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından, bazen yıllar sonra, “Eyvah, ben ne yapmışım?” muhasebesi yaşanır genellikle. Bu dönemde bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek; kendini aşırı suçlayıp “Yoksa ben ‘gay’dım mı?” sorgulamasına dalmak, bazen genci tam zıt bir sonuca götürebilir. “Battı balık yan gider” durumu gerçekleşir. Gerçekte öyle olmayan genç, gerçekte öyle olmadığı halde kendisini öyle zannettiği için, gerçekten öyle olur!

Traji-komik bir örnek anlatayım: Bir eşcinsel hastam vardı. İlkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi varmış. Bilen bilir; bu parazit anüs kaşıntısı yapar. Belki inanmazsınız ama, bu kaşıntı gitgide delikanlıyı “Yoksa ben..?” kuşkusuna götürmüş. Sonuç maalesef kötü! Üstelik, anlattığım tek değil. Literatürde, sadece ve sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihi bozulan birçok vak’a var. Yani? Utanıp konuşmamak, gurur yüzünden anlatmamak, yardım istemeyip kendi kendini yemek yok mu? İşte bu şey o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki! Sırf bu yüzden ne hayatlar kayıyor, bilemezsiniz.

Cinsel özgürlüğün konumuzla ilişkisine geldik artık. Bu konu çok netameli. Kimileri Batıdaki dejenerasyonun oradaki aşırı serbestlikle ilişkisini vurgular, kimileri de Doğudaki kapalılığın perde altında sapkınlıkları teşvik ettiğini. Aslında iki taraf da haklıdır.

Meselâ, bilirsiniz, bir bitki fazla sulanınca da kurur, susuz kalınca da. Yani, zıt dengesizlikler aynı sonucu verir. İşte, eşcinsellik gibi sapkınlıklar da aşırı serbestlikle de gelişebilir, tersine, aşırı baskı ve kısıtlamayla da. Birinci şıkkın örneği Hollanda, Danimarka gibi ‘özgürlükçü’ ülkelerdir. Bu gibi ülkelerde—veya sair ülkelerin onları taklit eden toplum kesimlerinde—cinsel serbestliğin en ileri boyutlarda olması ve cinsel faaliyetlerin serbestçe yapılabilmesi, normal cinsellikten alınan zevki sıradanlaştırıp, heyecan ve değişiklik arzusuyla kişileri farklı tarzları denemeye sevkediyor olsa gerektir. Ama, dediğim gibi, bunun tersi de doğrudur. Yani, cinselliğin bir tabu, mutlak ayıp olarak kabullenilip perde altına itildiği yörelerde de, bu doğal ama bastırılmış heyecanın hangi anormal yönlere kanalize olacağı bilinemez ve sonra da “Yorgansız yatar, oğlansız yatmaz” şehirler dolaşır dil altlarında.

Sosyal faktörler konusunda, yukarıda sözünü ettiğim sohbetteki “bastırılmış çok-eşliliği” tekrar hatırlayalım. Kimi doğal yönelimler bile sırf toplum baskısıyla kontrol edilebildiğine göre, kamuoyu baskısının ve genel toplumsal yönelimlerin sosyal bir varlık olan insanların tercihlerini ve bunların ifade edilme şeklini nasıl etkileyeceğini söylemeye bile gerek yoktur.

Kamuoyu derken de ilk akla gelen medya oluyor maalesef. Sokaktaki insana, neye kızıp neyi seveceğini kim telkin ediyor sanıyorsunuz? O halde, TV programlarına dikkatle bir göz atalım. Meselâ, özellikle hanımlara yönelik programlarda şarkı söyleyip göbek atan bazı tiplerin nasıl bir sevimlilik imajıyla zihinlere kazındığını farkettiniz mi? Veya, son olayda olduğu gibi, kötüyü teşhir eder gibi görünürken aslında bilinç altımıza “o bile” mesajının verildiğini sezmediniz mi?

Demiyorum ki, TV’lere savaş açalım. Ama hiç olmazsa o zenneleri seyretmesek? Kendi çocuğunu o tercihle düşünmek bile istemeyenlerin, “konu mankeni” bir şarkıcı olunca buna alkış tutması nasıl bir çelişkidir? “Bu adam çok şeker ama sen ona benzeme oğlum” söyleminin işe yaraması mümkün mü?

Açıkçası, en azından kendi kamuoyumuzda, yani hiç olmazsa aile-dost-akraba çevresinde, doğruya “doğru,” yanlışa “yanlış” dememiz gerekiyor. Etrafımızda henüz değer yargılarını yerleştirme aşamasında olan çocuk ve gençler var ve bizi dinliyorlar; bunu hiç unutmayalım. Hem, yanlışlar karşısında susana ne deniyordu? Demeye dilim varmıyor; “dilsiz…” mı neydi?

Ama tam bu noktada, iyiyi emretmek, kötüyü men etmek noktasında, modern çağın alameti olan bir itiraz gelir:

“Bu onların özel hayatı; kimse karışamaz.”

“Özel hayat dört duvar arasında olur. Bunlarınki düpedüz genel hayat. Garip yönelimlerini dışarıya teşhir etmesinler öyleyse.”

“Nedenmiş? Başkasına zarar vermemek kaydıyla herkes her yaptığında hürdür, size ne?”

“Bu sözünüzü unutmayın; çok yerde işinize yarar. Meselâ başörtüsüyle okumak isteyen kızların kime ne zararı vardı peki?”

“Biz ona da karşı değiliz. Dileyen dilediği gibi yaşasın.”

“Peki, meselâ neden ‘çöp evler’de oturan şizofrenleri zorla götürüp tedavi ediyorlar?”

“Ama onlar komşularını rahatsız ediyorlar.”

“Biz de öylelerinden—özellikle çocuklarımıza kötü örnek oldukları için—rahatsız oluyoruz.”

“Hık, mık.”

Şimdi, gelelim konunun bizi esas ilgilendiren kısmına. Çocuk ve gençlerimize getireceğim sözü. Ve, dar dairemizde neler yapmamız gerektiğine. Zira, hemen her problemde olduğu gibi, bu konuda da son âna kadar, “Bize bir şey olmaz” deyip başımızı kuma sokma alışkanlığımız var maalesef. Ama eşcinsellik uzaylılarda değil, sizin-bizim çocuklarımızda oluyor, olabiliyor. Dolayısıyla, yumurta kapıya gelmeden tedbir almak zorundayız. O yüzden tavsiye ediyorum ki:

1. Bu tür hassas konuları ne yok farz etmeli, ne de kaşınmayan yeri kaşımalı. Uyanık bir sessizlik ve dengeli bir müdahale gerek.

2. Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsiyeti vurgulayacak ve cinsel kimlik oluşmasına yardım edecek yönlendirmeler yapılmalı. Meselâ, cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi.

3. Çocuk, normal gelişimi içinde, özellikle belli dönemlerde, cinselliği çok merak eder; onu doğru bilgilendirmek gerekir. Eşcinselliği anlatın demiyorum. Normal, doğal, insanî merakların doyurulması ilerisi için sağlam bir temel olacaktır diyorum. Bu konularda çekinip utanmayın lütfen: Siz doğrudan utanıyorsunuz ama, birileri yanlıştan bile utanmıyor. Ve hiç unutmayın: “Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar.” Çocuk bir şeyi soruyorsa mutlaka cevap vermeniz gerekir—elbette, usulünce! Cinsel eğitimi o malum TV’lere veya cahil arkadaşlarına mı bıraktınız yoksa?

4. Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinslerinden ebeveynlerle, yani babayla daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olması şarttır. Bunu vurguluyorum; tâ ki, “İşten eve, evden işe,” “pijama-terlik-televizyon,” “Hanım, sen ilgileniver, ben çok yorgunum” hastalıklarına yakalanmış babaların kulakları çınlasın!

5. Aile içinde erkeğin hafif başat ve saygın konumunun korunması lazım. Yoksa, meselâ evde kadın bariz biçimde baskın, erkek pasif ise—ki, neredeyse ahirzaman alameti olarak çoğu evde mevcut durum maalesef budur—erkek çocuk için kadın konumu imrenilecek bir durum halini kazanabilir.

6. Bu tür bir problemle karşılaşıldığında aşırı tepki ve açıklamasız yasaklar merakı artırır sadece. Konuş(tur)masanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder.

7. Darda kalırsanız bir psikiyatristten yardım isteyin. Gerçi maalesef Amerikan Psikiyatri Birliği eşcinselliği bir hastalık olarak görmüyor ve ülkemizde de aynı görüşte olan birçok psikiyatrist var; ama doğru hekim seçerseniz o size doğru yolu gösterecektir.

Not: Eşcinsellik aslında sadece erkeklere has bir durum değil. Kadınlar arasında da bu problem hatırı sayılır biçimde yaşanıyor. Yalnız, bayanlardaki şekli daha belirsiz seyrediyor ve pek de dirençli, devamlı olmuyor. Normal bir cinsel hayat ve mutlu bir evlilik, problemi çözmeye yetiyor genellikle. Yine de, özellikle bayanların toplu kaldığı yerlerde dikkatli olmak gerekiyor.

Maalesef biz toplum olarak kadın-erkek mahremiyetine ‘çok’ dikkat ederken, mahremiyetin erkek-erkek ve kadın-kadın arasındaki biçimlerini bazı zamanlar sanırım ihmal ediyoruz. Her iki cins açısından, problemin bir sebebi de bu. Bu noktada, biraz kitap karıştırıp erkeğin erkeğe, kadının kadına karşı mahremiyet ve tesettür ölçüsünü öğrenmeye ne dersiniz?

Sizi fazla rahatsız etmemek ve safi zihinleri bulandırmamak için, bir hekim olarak bu konudaki tüm bildiklerimi açıkça yazmıyorum, bunu da belirteyim.