Bir insan yüzünün dile getirebileceği ifadeler arasında, tebessümün ayrı bir yeri vardır. Yüzün düzenlenişinde ve insanın yaratılış ve yaşayışında, diğer bütün ifadelerden farklı olarak, tebessüme açık bir ayrıcalık tanınmıştır. Ve bu ayrıcalık, insanın dünyaya geldiği andan itibaren kendisini belli etmektedir.
Bir bebek, doğumundan sonraki birkaç saat içinde, görünürde herhangi bir neden olmaksızın, güler. Bu süre yarım saate kadar kısalabilir; on iki saati bulduğu ise pek seyrektir. Bebek güler. Bu, meme emmekten daha da zahmetsizce ve “ustalıkla” yaptığı bir iştir. Ve besbelli, başka bir âlemden, anne ile babaya getirdiği bir armağandır bu gülücük. Bebek güler. Anne ona bakar, güler. Baba ona bakar, güler. Ablalar, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, ağabeyler, nineler, dedeler ona bakar, güler. İlk saatlerde, bir gülücük, ebedî bir bağ kurar bu yabancı varlıkla yeni geldiği dünya arasında.
Aradan beş altı hafta geçtikten sonra, bebeğin gülücükte uzmanlaşma zamanı da gelmiş demektir. En fazla birkaç ay içinde, bebek, sosyal tebessümü de öğrenir. Artık insanlara bilerek, seçerek ve yüzlerine gözünü dikerek gülümsemektedir bebek. Çoğu zaman, ses ve fiziksel temas da bu gülücüğe arkadaşlık eder ve onu karşı konulmaz hale getirir.
Hayatımızın ilk saatlerinden itibaren bizimle beraber olan tebessümle o kadar iç içeyizdir ki, buna otomatik olarak cevap veririz. Yüzümüze gülen birisi, bazan biz farkında olmadan, yüzümüzden bu tebessümün cevabını alıverir. Hattâ çoğu zaman, gülenin bir “kişi” olması da gerekmez. Mütebessim bir resme bakarken, bizim yüzümüzde de bir tebessüm beliriverir. Ve hiç kuşkusuz, bütün yüz ifadeleri içinde her gün en fazla kullandığımız yüz ifadesidir tebessüm.
Yüz ifadesini okuma mesafesi açısından da tebessümün yine bir ayrıcalığı vardır. Uzaklaştıkça, insanların yüzünü okumakta güçlük çekmeye başlarız. 50 metre mesafeden baktığımız zaman bir insan yüzünde seçebildiğimiz iki ifade vardır: hayret ve tebessüm. Bir o kadar daha uzaklaşacak olsak, 100 metre uzakta sadece tebessüm kalır. Bir insanı ancak tanıyabileceğimiz bir uzaklıktan, onun tebessümünü de tanıyabiliyoruz. Bu da bizi hayatın en temel gerçeklerinden biriyle karşı karşıya getiriyor:
Bir yüz ifadesinin vücuda gelmesi nasıl tesadüfe bırakılamayacak kadar ayrıntılı bir düzenlemenin sonucuysa, yüz ifadeleri içinde tebessüme tanınan ayrıcalık da, aynı ölçüde, tesadüf olasılığını bütünüyle reddedecek bir düzeydedir. Buna bakarak, insanın güldürülmek istendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçi hayatta üzüntü de, korku da, olumlu veya olumsuz başka duygular da vardır. Fakat bütün bu duygular arasında, hayata asıl rengini veren duyguların sevinç, mutluluk ve sevgiden başka bir şey olamayacağı aşikârdır. Çünkü bunların evrensel ifadesi olan tebessüm, hepimizin hayatına, silinip atılması imkânsız bir mühür gibi basılmıştır.
Ne var ki, insan, kendi eliyle başına açtığı dertler yüzünden, hayatın bu en esaslı ve en tatlı gerçeğiyle arasındaki bağları gün geçtikçe daha da zaafa uğratıyor. “Bugünün çocuklarının pek çok sosyal kötülüklere doğru doludizgin gittiğinden endişeliyim,” diyor Brezilyalı davranış bilimcisi Silvia Cardoso. “Çünkü oyun ve eğlence zamanlarında öylesine yalnızlar ve gülmek için sahip oldukları o kadar çok şansı kaybediyorlar ki… Onlar birbirlerine bakıp gülecekleri yerde gözlerini bilgisayar ekranlarına dikiyorlar. Bu ise onların doğalarına bütünüyle aykırı.”
Çocuklar bilgisayar ekranına bakarken, büyükler de televizyon ekranlarına kilitlenmiş durumda. İnsanlar gülmeyi unutmadılar çok şükür; ama güldüklerinde, çoğu zaman ekrandakilere gülüyorlar.
Oysa onlar, birbirlerinin yüzüne bakmak, birbirlerinin yüzündekini okumak ve birbirlerine gülmek için yaratılmışlardı.