TR EN

Dil Seçin

Ara

Mucize / Hayatın İçinden

Mucize / Hayatın İçinden

Hadiseyi mazinin tozlu perdesi arkasında kalan gençlik yıllarımdan birinde yaşadım. Elma, erik, kayısı, armut mevsimiydi. Trenle yolculuk ediyordum.

Bulunduğum kompartımanın pencere kenarında kravatlı bir adam oturuyordu. İkimizden başka da kimsecikler yoktu. Pencereden bakıyor, önündeki deftere bir şeyler yazıyor, benimle hiç ilgilenmiyordu.

Yol uzun, bitmek bilmez. Bana sohbet gerek. Ne yapsam da konuşma kapısını aralasam, diye düşünmeden edemiyordum.

Göz ucuyla dikizledim adamı ne yapıyor diye. Şiir yazıyordu! Bir ara defterini kapattı, kalemini cebine koydu. Fırsat bu fırsat, dedim.

“Beyefendi” dedim, “şiir yazıyorsunuz galiba, yanılıyor muyum?”

Dikkatle baktı bana. Konuşulabilir bir muhatap olup olmadığımı anlamaya çalıştı sanırım.

Sonra kısaca, “Evet... Ben şairim.” dedi.

Şiire olan ilgimi söyledim.

“Bana bir şiirinizi okur musunuz?” dedim kibarca.

Nazlandı biraz. Israr ettim. Okudu bir şiir.

“Güzelmiş. Elinize, gönlünüze sağlık.” dedim.

Konuşma kapısı açılmıştı işte. Epey zaman edebiyattan söz ettik. Ortak paydalarımız vardı. Kimi yazarları o da, ben de seviyorduk. Kimini de sevmiyorduk.

Rilke konusunda anlaşamadık pek ama Yunus Emre'yi ikimiz de seviyorduk. Fakat başka başka açılardan. 

“Yunus Emre usta bir ozan. Bu yönünü takdir ediyorum. Fakat inancını paylaşmıyorum. Yok efendim tasavvuf yolunda yürümüş de, mucizeler göstermiş de. Boş laflar bunlar. Yunus Emre bir halk ozanıydı. İnsancıldı.” diyordu.

“Fakat aynı zamanda bir ermişti.” dedim, “Ermişlerin mucizesi olmaz ama kerametleri olabilir. Mucizeyi peygamberler gösterir ancak.”

Sustu, bir süre önüne baktı. Sonra küçümseyen bir eda ile, “Mucizelere inanır mısınız?” diye sordu.

“Evet, elbette.” dedim, gözlerine bakarak.

Tuhaf bir ses çıkararak güldü. Küçümseme vardı gülüşünde.

“Hadi bana mucize göster!” demez mi!

“Ben peygamber değilim. Söyledim ya, mucizeleri peygamberler gösterir.” dedim.

“Günümüzde peygamber yok. Öyleyse inanmak için neden de yok.” diye bir mantık yürüttü.

Beni bu yolla susturup konuyu kapatmak istiyordu galiba.

İkimiz de susuyor ve pencereden dışarıya bakıyorduk.

Ben mevzunun ucunu bırakmadım.

 “Mucizenin tanımını yapalım önce.” dedim.

“Ne duruyorsunuz, yapın öyleyse!” dedi asabi bir sesle.

Sesinin rengini hesaba katmaksızın, “Mucize, insanı aciz bırakan şey, demek. İnsanlar tarafından yapılamayan. İnsan takatini aşan.” diye kısaca tanımladıktan sonra örnekler vermek istedim.

“Tanımlamakla iş bitmiyor. Ben sizden mucize göstermenizi istiyorum.” dedi.

Ne yapsam ya Rabbi!

Rabbim kalbime bir ilham verdi.

“İşte mucize!” dedim pencereden görünen manzarayı göstererek.

Şaşırdı.

“Nerde? Ben mucize falan görmüyorum.” dedi.

“Evet” dedim, “siz görmüyorsunuz ama var, orada duruyor. Gerçi peygamberlerinkinin cinsinden değil bu mucizeler fakat her yerdeler. Ülfet olmuş, alışmışsınız, gördüklerinizi bildiğinizi sanıyorsunuz. Bu da, harikaları perdeliyor, mucizeleri gizliyor.”

Yemyeşil çimenler, ağaçlar, inekler, koyunlar, uçan kuşlar vardı dışarıda. Ve havada bulutlar. Sıraladım gördüklerimizi.

“Hadi” dedim, “siz bana mucize olmayan bir varlık gösterin! İneklere bakın. Yürüyen süt fabrikalarıdır onlar. Bir de hammaddesine bakın. Yemyeşil ot! Ürün için gerekli maddeleri kendileri topluyorlar. Eskiyince kesip yiyorsunuz. Hiç israf yok. Her sene yeni fabrikalar üreten fabrikalar. Ve havada minnacık uçaklar. Kuşlar, arılar, sinekler. Onlar da birer makine. Yakıtlarını kendileri derleyip alıyor. Manevra yetenekleri harika. Fabrikalarda üretilmiyor bu uçaklar, basit bir yumurtadan çıkıyorlar. Yumurtayı yapabilir misiniz? Ya yumurtadan kuşu? Ya odundan meyveyi? Yapamazsınız. Hiç kimse yapamaz. İnsanı aciz bırakan harika eserler bunlar. Yani birer mucize.”

Konuşmamız yol boyunca sürdü. Bazen sert çıkışlar yapıyor, benimle tartışıyor, bazen de hiç ses çıkarmadan dinliyordu şair yoldaşım.

Tren keskin sirenlerle istasyona girdi. O da yerinden kalkıp valizini aldı eline. Elimi sıkıp kompartımandan ayrılırken, “Enteresan bir bakış açınız var.” dedi. Ve gitti.

Bu öykünün sonu, sonrası yok. Hepsi bu kadar.

Bir daha hiç görüşmedik.