TR EN

Dil Seçin

Ara

Görünmez Adam

Herkesin doğduğu bir gün vardır, öleceği bir gün gibi…

 

Herkesin doğduğu bir gün vardır, öleceği bir gün gibi…

 

Herkesin bir duası vardır.

Bir gün olan oldu.

Onun da duası kabul oldu.

Görünmez bir adam olup gözden kayboldu.

Görmek ve gezmek istediği nice yerler vardı. Şimdi oraları rahatlıkla dolaşabilirdi. Hiç kimse onu görmüyordu ama o herkesi görüyordu.

Boydan boya geçti insanların kaynadığı caddeleri. Yürüyor mu, yoksa uçuyor muydu? Vasıtasız yol aldığı belliydi. Zaman bir başka boyutta akıyordu. Sesler, gürültüler, bağırışlar, çağırışlar… Her şeyin birbirine karıştığı, zıtların kaynaştığı bir dünyada uğultular yükseliyor, onca sesler arasından o sessizce geçip gidiyordu, kalabalıkların arasından geçtiği gibi…

Bir su arkının başına geldi. Bu, küçük bir dereydi. Hemen aşağı kısmında suyu devrediyor, küçük şelâleler halinde akıtıyordu.

Üzerinde bembeyaz ördekler yüzüyordu, her cins ördekler… Kazlar da vardı. Suda, süzülüp gidişini seyretti ördeklerin. Yüzüşünü, yüzdürülüşünü seyretti. Eski sevdalısı çınar ağacının, üniversiteye girmek için altında oturduğu, ders çalıştığı o ağacın misafiriydi bugün.

Yine küçük taşlar topladı yerden. Eskiden yaptığı gibi. On tane, yirmi tane… Leblebi kadar küçük taşlar... Ahşap masanın bordo örtüsünün üstünde o taşlardan güzel bir kalp resmi yaptı. Sonra da tam ortasına sapsarı bir kavak yaprağı koydu. Uçmasın diye bir küçük taşı da kavak yaprağının üstüne bıraktı. En üstüne de taze bir gözyaşı koydu. Sonra taşı kaldırdı; bu ağırlık ona yeterdi…

Yaprak kımıldadı. Sözünü anlamış gibiydi. Konuşmasa da, konuşsa da sesini duyuyordu her şey sanki. Kelimelere ihtiyacı yoktu. Tuttu, havuzun içerisine arka arkaya, zarif hareketlerle taşları tek tek fırlattı.

Yıllar önce ders çalışırken kurbağaların sesinden rahatsız olduğunda onları susturmak için böyle yapardı. Bir taş atar, kısa süren bir sessizlik hâkim olur, susardı her şey. 

Sonra bir şarkı mırıldandı fakat şarkı değildi bu. Kendine söylediği ve kendi başına dinlediği, ruhunun ihtiyacını giderecek bir şeydi o an…

 

         “Sen körfeze geldiğin zaman yıldızlar güler

         Susar deniz, susar rüzgâr, susar birer birer…”

 

Sonra yeni taşları topladı. Masanın üzerine itinayla dizdi onları birer birer. Ardından yine şarkısını söyledi. Tek bir ses işitti, tek bir ses… Rüzgâr vınlıyordu adeta. Hûûû… Hûûû… Hûûû diye inliyordu. Rüzgâr hû diye zikrediyordu. Hûûû…

Sustu, rüzgârı dinledi. Onunla beraber inledi, söyledi.

Bu kadar yeterdi. Nasıl olsa zaman ve mesafeler dürülüyordu önünde. İnsanlar onu görmüyor, o herkesi görüyor, istediği her yeri geziyordu. Görünmez adam olmuş, duaları kabul bulmuştu.

Ayrıldı o mekândan süratle.

Bu defa şehrin en uzak tepesinin üstünde buldu kendini. Oradan baktı şehre. Ufkun, zirvenin en üst noktasıydı burası. Dağların göklerle bitiştiği yerdi. Hani, ellerini kaldırsa, görülür birisi olsaydı, o tepeden bütün bir şehir kendisini görebilirdi. Öyle bir tepeydi. Yamaç paraşütü yapar gibi saldı kendini aşağıya. Uçuyordu ama düşmüyordu. Havada yüzüyordu. Filmlerdeki gibi, rüyalardaki gibi uçuyordu. Ama kimse onu görmüyordu. Doya doya yaşadı uçmayı… 

İlle de o ağaç... Yıllardır evinin penceresinden ve şehrin her yerinden görünen o uzak tepelerin üstündeki ağacın yanında olmak, sırtını dayayıp onunla konuşmak istiyordu. Hayret! Ağaç da konuşuyordu, rüzgâr da burada. Ve adam gördükleri karşısında çok fazla da hayret etmiyordu doğrusu. Belki de ruhu ona hazırdı. “Yüsebbihû” sadâsını bir ruh gibi her şeyi içinde görüyor gibi duyuyor, neye baksa cansız değil, adeta canlandığını hissediyordu.

Orada da fazla kalmadı, çok sevdiği dostunun, yakın arkadaşının ziyaretine gitti. On beş sene önce vefat etmişti. Gece vakti, kabrinin başında dualar etti onun için. Ağladı, içini döktü. Yine kimse görmedi… Mezarlıktaki dostlarının her birine birer fâtiha gönderdi. Ruhunun ruhlarıyla kaynaştığını hissetti.

Hayat bir başka boyutta akıyordu, zaman bir başka boyutta. İnsanların boş şeyler uğruna didişmelerine, hırslarına, çeşit çeşit ayak oyunlarına, kaprislerine, nazlarına şahit olduğu şu dünyada burayı hep sığınacak bir mekân bilirdi. Dili duadaydı şimdi:

“Allah’ım, dünyan güzel; hem de çok güzel… Senin yarattığın ne güzel değil ki? Güzele ‘güzel’ demek bile az. Güzelliğin her zerresi, her tecellisi Sendendir. Güzeller bundan güzeldir. Güzelliklerin kaynağı Senden olduğu için güzel. Ama niye görmüyor insanlar? Niye küçücük bir şeyle mutlu olmak varken, yüklerini, ağırlıklarını artırıyorlar habire ve niye mutluluklarını azaltıyorlar? Bir küçük kırıntı, bir küçük su damlası, bir serçeyi mutlu ederken, niye bunca nimet içinde insan mutlu olamıyor ki, bu zor mu? Ve bulamadığı o mutluluğun acısını niye başkasının mutluluğunu kıskanmakla çıkarmaya kalkıyor? Eliyle mahvettiği bir saadeti niye başkalarında arıyor? Kendi eliyle kararttığı dünyasının ışığını başkaları söndürdü zannedip, niye onları suçluyor ki, niye?

Sen bizi mutlu olmak için yarattın Allah’ım, güzel bir dünyanın içine bıraktın. Mutlu olamıyorsa insan, mutlu olamıyorsak bizler, bizim acizliğimiz, bizim beceriksizliğimiz. Sen her kusurdan münezzehsin. Yarattığın her şey çok güzel. Sen Rahman’sın... Sen Rahim’sin.”

‘Çok kucaklayan çok döker’ derdi sevdiğim ihtiyarlar. Hayat dökülüyor, kayıyor, avuçlarımızdan. Ertelenen mutluluklar, yarın olmadı, öbür yarın; olmadı bir sonraki yarın düşüncesiyle ertelenen nice işler, nice ziyaretler, nice nice güzellikler, ağır bir yük oldu omzumuzda. Yollar dosta çıkmıyorsa, Allah’a götürmüyorsa bizi, yolların suçu ne? Yolcu yolunu yitirmişse yolların suçu ne?

Elini kalbine götürdü. Kimse görmüyordu. Kıpkızıl bir kan vardı. Kalbin gözyaşıydı bu. Kalbin de gözyaşı olur mu? Olursa herhalde böyle olur, kıpkırmızı olur. Önce kanlı ellerini yeşil otların üzerine sildi, sonra da gözyaşlarını...

Sevdiği bir komşusu vardı. O kabristana geldiğinde onu unutmak olmazdı. “Ben öldüğüm zaman bana bir Fâtiha okuyacaksın, beni unutmayacaksın, değil mi?” diye ondan söz almıştı o ihtiyar teyze. Ne hikmetse, bu kabristana her gelişinde önce onu hatırlardı. Sağlam söz vermişti demek ki…

Yükseldi, yükseldi, yükseldi… En uzun ağacın tepesinde durdu. Hayret! Hayret… Uçuyordu! İstediği ağacın tepesine konuyordu. Hem artık görünmez adam olmuştu. Rüzgâr önünden değil, arkasından geliyordu. Kenar mahalleleri, tek katlı evleri, fakir semtleri de dolaştı. İnsanları mutlu etmek zordu; ne verseler doymayacaklarını biliyordu. Sokakta oynayan çocuklara avuç avuç şeker attı. Hayret! Ellerini boşluğa uzatıyor, avuçlarına şeker doluyordu. O da tutup çocukların önlerine bırakıyordu. Sütlü, kahverengi, beyaz kaplı şekerlerdi bunlar. Çocuklar çok mutluydu. Hemde nasıl... Bugün bayram olduğunu unutmuştu. Sahi ya böyle bir günde çocuklarla beraber olmak vardı. Bayram sevincini şimdi çocuklarla paylaşmak vardı. Bu sahne bile görünmez adam olmaya değerdi.

Sonra sevdiği dostlarının evlerine uğradı tek tek. İçeriye girmedi ama kapılarına bir bahar dalı bıraktı. Kimine gül, kimine karanfil taktı. Birinin geldiğini anlarlardı herhalde. Sevildiğinin kıymetini anlardı bu insanlar elbet. Gidemediği, kalbine yenildiği, yıllar yılı geçmediği sokakları, evleri dolaştı. Hastaları ziyaret etti. Görünmüyordu ya, kolay oluyordu. Ama yine de çekiniyor, utanıyor, sıkılıyordu. Biri görecek biri tanıyacak diye. Eh, alışmak kolay değildi görünmez adam olmaya.

***

Adam, adam olmadan önce, görünmez adam olamayacağını sonunda anladı. İşin sırrını geç de olsa öğrendi. Bir defacık da olsa, yaşadıkları için Rabbine hamd etti. Siz buna isterseniz rüya deyin, isterseniz hayatın bir parçası, isterseniz yaşanmış hayatın içinden bir kare deyin. Ne derseniz deyin, hissenize düşen ne ise onu alın, gerisini atın. Bırakın görünmez adam kendi öyküsüyle baş başa kalsın…

Herkesin doğduğu bir gün vardır, öleceği bir gün gibi…