TR EN

Dil Seçin

Ara

Kemalini Görme Ve Gösterme İsteği

Allah’ın bilinmek istemesi rahmetindendir.

 

Bir marifet hazinesi olan Nur Risalelerinde, On Birinci Sözün ayrı bir yeri vardır. O Söz’de, bu âlemin yaratılış hikmeti açıklanırken bir padişah örneği verilir ve “her cemal ve kemal sahibinin kendi kemal ve cemalini görmek ve göstermek istemesi sırrın”dan söz edilir.

Cenâb-ı Hakk’ın cemal ve kemalini göstermeye ihtiyacı olmadığı noktasından hareketle, bu temsilin hakikate nasıl tatbik edileceği sıkça sorulduğu için bu konu üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Nur Külliyatının telifinde mazhar olduğu inayeti, “Felillahilhamd, sırr-ı temsil dürbünü ile en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi” şeklinde dile getiren Üstat Hazretleri, bu derin hakikati de insandan bir örnek vererek aklımıza yaklaştırıyor: 

“İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir: 

Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona ‘ille-i gaiye’ denilir. 

İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki: Hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona ‘dâî ve muktazî’ tabir edilir.” (Mektubat, On Sekizinci Mektup) 

Birinci şıkta zikredilen “maslahatların, semerelerin, faydaların” tamamı, bu kâinat sarayında misafir edilen canlılar için söz konusudur. Allah’ın, ne güneşte yarattığı ışığa, ne ağaçtan çıkardığı meyveye ihtiyacı olmayacağı çok açık bir gerçektir.

İkinci maddede nazara verilen “dâî ve muktazi” şıkkı, Cenâb-ı Hak için de düşünülebilir; ancak, “muhabbet, iştiyak, lezzet” denilince bizim kendi ölçülerimizle anladığımız manalardan Cenâb-ı Hakk’ın münezzeh olduğunu hatırdan çıkarmamak şartıyla elbette. Bunun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri bu konuda örnekler verirken “lezzet-i mukaddese, aşk-ı münezzeh, ferah-ı mukaddes, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes” gibi tabirler kullanır.

Konuya şöyle yaklaşmak lazım:

“Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu.” (Hadis-i Kutsî) 

Her şey O’nun ihsan ve keremiyle yokluk karanlığından kurtulup varlık sahasına çıkıyor. Eğer bu varlık, hayat sahibi ise yine O’nun ihsanıyla, bir ömür boyu O’nun yarattığı rızıklarla besleniyor, O’nun güneşiyle aydınlanıyor, O’nun havasını teneffüs ediyor.

Hayatlarını devam ettirebilmeleri için, bütün bir varlık âlemine muhtaç olan bu canlılara, Allah’ın hiçbir cihetle muhtaç olmayacağı açık bir gerçektir.

Allah, ne gözün görmesine, ne kulağın işitmesine, ne aklın anlamasına, ne vicdanın tasdikine, ne de kalbin inanmasına muhtaçtır.

Allah’ın varlığı vaciptir, insanınki ise mümkin… Bu iki varlık mertebesi arasındaki fark, insan ile, yazdığı bir cümle arasındaki farktan çok daha ileridir. Yani, insan da bir varlıktır, yazdığı yazı da. Ama aralarındaki fark, rakamlara sığmayacak kadar büyüktür. Ve o insan, yazdığı yazının hiçbir kelimesine, hiçbir manasına muhtaç olmaz.

Nur Külliyatında “kelimat-ı kudret, mektub-u Rabbanî” gibi tabirler geçer. İnsanlar da kudret kalemiyle yazılmış birer kelimedirler; Rabbanî birer mektupturlar.

Allah’ın, kendi kemalini aynalarda bizzat müşahede etmesi ve “müştak seyircilerin nazarıyla bakması”, bu insanların kendi eserlerini seyretmelerine ve onlara başkalarının nazarıyla bakmalarına hiç mi hiç benzemez.

Bu önemli noktayı göz önünde bulundurarak, sorunun cevabını vermeye  çalışalım:

Allah’ın zatı, Kur’an’ın ifadesiyle “Ğaniyyü’n-ani’l-âlemîn”dir; kendi yarattığı ve terbiye ettiği âlemlere muhtaç olmaktan münezzehtir.

Bu konuda pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece üçünü hatırlatalım:

“Kim cihat ederse, kendi nefsi için cihat etmiş olur. Çünkü, Allah, âlemlerden müstağnidir.”  (Ankebut Sûresi, 6)

“Yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti haccetmesi de, insanlar üzerine Allah’ın bir hakkıdır. Ve her kim bu hakkı tanımazsa, bilmiş olsun ki, Allah’ın buna ihtiyacı yoktur ve o bütün âlemlerden ganidir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 97)

“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber, kulları hesabına, küfre razı olmaz.” (Zümer Sûresi, 7)

Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları bu noktada biraz farklılık arz eder. Onlar da “tecelliye muhtaç değillerdir, ama tecelli isterler.” İstemekle muhtaç olmayı karıştırmamak gerekir.

Üstad Hazretleri, “Rezzak ismi rızık vermek ister, Şâfi ismi hastalıkların vücudunu ister…” buyurur. Yani Rezzak isminin mahiyetinde muhtaçların rızıklandırılmasını istemek vardır. Aksi halde bu isim tecelli etmeyecektir.

Bazı tasavvuf âlimleri, “Rahmetim gazabımı geçti” hadis-i kutsîsine mana verirken şöyle derler:

“Allah’ın bütün isimleri tecelli isterler. Eğer tecelli etmeseler, o tecellilerle sergilenecek rahmet eserleri yoklukta kalacaklardır. Allah’ın rahmeti gazabını geçtiği için, isimlerini tecellisiz bırakmadı ve mahlûkatı yarattı.”  

Bu manayı insanlık âleminde, uzaktan uzağa, bir derece seyredebiliriz:

Çok cömert bir insan, ama kimseye hiçbir yardım yaptığı henüz görülmemiş.

Çok âlim bir kişi ama, bu güne kadar ne bir söz söylediği işitilmiş, ne bir eser yazdığı görülmüş.

Bu ve benzeri kemallerin mutlaka kendini göstermesi gerektiği, aksi halde bilinemeyecekleri ve onlardan istifade edilemeyeceği bir gerçektir.

Bu küçük insan bile, kendinde bulunan bu üstünlükleri tecelli ettirerek başkalarını faydalandırma yoluna giderse, Rahmân ve Rahîm olan Allah, elbette esmâ ve sıfatlarını tecelli ettirecek ve onları seyredecek varlıkları da yaratıp onları tefekkürle, şükürle kemale erdirecektir.

Bu konuya şu hadis-i kutsînin ışığında bakabiliriz:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.” 

Bu mana, meleklerde, cinlerde ve en ileri derecesiyle de insanda kendini gösterir:

Allah, hayat vermekle bize “Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayat verici) olduğunu bildirmiş, biz de Allah’ı böylece tanıma imkânına kavuşmuşuz.

Bize verdiği cüz’i kudretle O’nun sonsuz kudretini, cüz’i irademizle O’nun küllî iradesini, cüz’i işitmemizle O’nun her şeyi birlikte işitmesini bildiğimiz gibi; şefkatimizle O’nun merhametini, öfkemizle gazabını, bağışlamamızla O’nun af ve mağfiretini bilmiş, Rabbimizi bu sıfatlarıyla tanımış oluruz.

İnsan, bu âlemde, hem Allah’ın en mükemmel eseri, hem de kâinat sergisinin yine en mükemmel seyircisidir.

Bu sergide teşhir edilen eserlerin her biri ayrı bir mucize olduğu gibi, onları seyir, taktir ve tahsin edecek bir varlık yaratması da Allah’ın yine en büyük bir mucizesidir. 

Özetleyecek olursak:

Allah’ın bilinmek istemesi rahmetindendir ve o mukaddes sıfatlarının ve güzel isimlerinin tecelli etmek istemelerinin bir neticesidir. Bunun bir ihtiyaç olarak değerlendirilmesine hiçbir selim akıl müsaade etmez.