Her varlığın kendine mahsus bir “zatı”, kaderin çizdiği bir “özellikler dünyası” ve icra ettiği bir “fiiller alemi” vardır.
Bu farklı mahiyetler ve onların gördükleri değişik işler, harika bir nizam içinde cereyan etmekte ve bunların tümünden kainattaki nizam ortaya çıkmakta ve bu alemin yaratılışındaki İlahî maksatlar en mükemmel şekilde yerine getirilmektedir.
İsterseniz, önce kainatın küçük bir misali olan kendi varlığımızda bu gerçeği ispat eden delillere şöyle bir göz atalım:
İnsanın, kendisini başka varlıklardan ve diğer insanlardan ayıran müstakil bir zatı olduğu gibi, her bir organının da yine müstakil zatları vardır. Mesela, göz dediğimiz zaman başlı başına bir varlıktan, ayrı bir mahiyetten söz etmiş oluruz. Gözün zatı kulağa benzemediği gibi, onun fiili olan görme de, kulağın fiili olan işitmeye benzemez. Göz ve kulak ayrı birer mahiyete sahip oldukları gibi, onların fiilleri de birbirine benzemezler.
Bu örneğimizi bedenin bütün organları için yaygınlaştırabiliriz. Akciğer ve karaciğer, müstakil ve ayrı birer mahiyete sahiptirler. Bu farklı varlıkların işleri de birbirinden çok farklıdır. Elle ayak, böbrekle pankreas, sinir sistemiyle kan dolaşım sistemleri, alyuvarla akyuvar da birbirlerinden farklı mahiyetlerdir ve bu değişik varlıkların işleri de birbirinden ayrıdır, biri diğerine benzemez.
Aynı şeyleri ruh dünyamız için de söyleyebiliriz. Akılla kalbin, hafızayla hayalin mahiyetleri de görevleri de birbirine benzemezler.
Ancak, burada çok önemli bir farkı da hatırlamamız gerekiyor: Organların müstakil zatları olduğu halde, ruha bağlı olan her şey “tek bir şey” gibidir. Zira, ruh terkip değildir. Ondaki latifelerin, duyguların müstakil şahsiyetleri yoktur. Yani, bir ameliyatla eli veya ayağı bedenden ayırabiliriz, ama aklı ve hafızayı ruhtan ayıramayız.
Ruh ve beden iki ayrı mahiyettir. Birincisi misafir, ikincisi ise hane gibidir. Misafir ise elbette haneye benzemeyecektir.
Ruh-beden ikilisinin farklı işlerine örnek olmak üzere “midemize” bir göz atalım:
Mide denilince aklımıza gıdaların öğütülmesi gelir. Aklın da kendine has bir öğütme ameliyesi vardır. Cümleleri incelemek, onlardan manalar çıkarmak da bir çeşit öğütmedir. İşte midenin öğütmesi, aklın anlamasına hiç benzemez, aralarında önemli bir muhalefet vardır. Bu muhalefet akılla mide arasında da aynen ve daha ileri derecede hükmeder. Yani, anlamak sindirmeye benzemediği gibi, akıl da mideye benzemez. Onlardaki mahiyet farklılığı, fiiller ve sıfatlar alemine de aksetmektedir.
Şimdi kendi küçük dairemizde özet olarak baktığımız bu gerçekleri, kainatın büyük dairesine uygulamaya çalışalım.
Güneş atmosfere benzemediği gibi, ışık vermek de kan temizlemeye benzemez.
Deniz karaya benzemediği gibi balıklar da aslanlara benzemezler.
Elma ağacı ceviz ağacına benzemediği gibi, yaptıkları işler ve bizlere sundukları meyveler de birbirine benzemez.
Işık saçan güneş, bal veren arı, ipek dokuyan böcek, ağını ören örümcek, yüzen balıklar, uçan kuşlar, yürüyen insanlar, meyve veren ağaçlar, kanımızı temizleyen hava hep Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına adım atmışlardır ve bunların tümü Hakk’ın mahlukudurlar.
Örneklerimizi elementlerden sistemlere kadar yaygınlaştırabiliriz. Demek ki, zatları ve mahiyetleri farklı olan varlıkların işleri de birbirine benzemiyor.
O halde, bütün bu varlıkları yaratan, onların her birine ayrı bir mahiyet veren ve o mahiyete uygun işler gördüren Allah’ın ne zatı, ne de fiilleri mahlukatınkine benzemeyecektir.
Bütün bu anlatılanlar bir bakıma, Allah’ın “Muhalefetü’n-lil-havâdis” sıfatının açıklaması oluyor. Havadis, “hadis olanlar, sonradan yaratılanlar, yokluktan kurtarılıp varlık sahasına çıkarılanlar” demektir.
Bu sıfatın kıdem sıfatıyla yakın ilgisi vardır. Allah kadimdir; evveli yoktur, ezelidir. Her varlık, hadistir, sonradan yaratılmıştır. Kıdem sıfatı hudusa (hadis olmaya) benzemediği gibi, Kadîm olan Allah, elbette hadis olan mahlukatına benzemeyecektir. Zira, sıfatlarla zatlar arasında da yakın bir ilgi vardır.
Bu hakikat, Nur Külliyatında şu veciz cümle ile ders veriliyor:
“Vacibü’l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’alinde de benzemiyor.” (Mesnevi-i Nuriye, Zerre)
Allah, Vacib-ül Vücud’dur. Yani, varlığı zatındandır, başkasının var etmesiyle var olmamıştır, ezelî ve ebedîdir. İnsan ve bütün mahlukat alemi ise “mümkin” grubuna girerler.
Mümkin; olması da olmaması da imkân dairesinde olan demektir.
Varlığı zatından olan Vacib-ül Vücud’un, zatı da işleri de elbette yarattığı varlıkların zatlarına ve işlerine benzemeyecektir.
Bu hakikati İlahî isimler için düşündüğümüzde şu gerçekler karşımıza çıkar:
Rızık verenin zatı ve fiilleri, rızıklanan varlıkların zat ve sıfatlarına, hayatı verenin zatı ve hayatı, canlı mahlukların zatlarına ve hayatlarına, suret verenin zatı ve sıfatları, suret verilenlerin zatlarına ve sıfatlarına, ... , elbette benzemeyecektir.
Allah’ın insan yaratması, insanların bina yapmalarına hiç benzemediği gibi, ağaç yaratması da insanların ağaç resmi çizmelerine benzemez. Allah’ın yarattığı mahlukatın hepsi Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “mektubat-ı Rabbanî”dir. Biz de elimize kalemi alır ve önümüzdeki kağıda “insan” ve “ağaç” kelimelerini yazarız, yahut bunların resimlerini çizeriz. Ama bizim bu yazılarımız ve resimlerimiz hayatsızdır. Bizim çizdiğimiz insanın akıl ve şuurdan nasibi yoktur. Ve yine bizim ağacımız meyve vermez. Allah da kainat kitabında, kudret kalemiyle “insan” yazar, “ağaç” yazar. Ama bu yazılar Rabbanîdir, bir terbiyeden geçmişlerdir; birincisi fikirler üretirken, ikicisi meyveler verir.
Allah’ın varlık alemini yaratması ve onlardaki tasarrufu ve icraatı, ne güneşin eşyayı aydınlatmasına benzer, ne yer çekiminin eşyayı çekip tutmasına ve ne de insanların uyduları yerden yönetmelerine. Bunlardan sonsuz derece farklıdır.
Ancak, bu misaller iyi değerlendirildiğinde, şu sonuca varılır:
Allah’ın yarattığı bu varlıklar, Onun ihsanıyla, Onun verdiği kuvvet ve kudretle böyle harika işler sergiliyor ve bu icraatlarını gayet kolay yapıyorlar. Elbette Allah, bütün eşyayı, bu misallerin çok ötesinde bir mükemmellik ve kolaylıkla yaratır, sevk ve idare eder.
Konunun farklı bir boyutuna da kısaca değinelim:
Allah’ın bir ismi Nur’dur ve bütün sıfatları ve isimleri nuranîdir. Onun mukaddes varlığı maddeden münezzehtir.
Bütün madde alemi Allah’ın mahlukudur. “Leyse ke mislihi şey’ün” hükmünce, hiçbir şey Onun misli gibi değildir. Bu şeylerden birisi de madde alemidir.
Ve Allah, maddî bir varlık olmaktan münezzehtir. Bütün ruhaniyat alemi de Onun mahlukudurlar.
Ve Allah, bütün ruhanî varlıklara benzemekten de münezzehtir. “Şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envar-ı kudsiye-i Esmâsının bir kesif zılali…” ibaresinde güzelce ifade edildiği gibi, bütün nuranî varlıklar, kendilerinde tecelli eden İlahî isimlerin nurları yanında koyu ve katı bir gölge gibi kalmaktadır (Sözler, On altıncı Söz).
Nuraniyat böyle olursa, Allah’ın varlığının madde alemine benzemekten ne kadar uzak olduğu çok daha iyi anlaşılır.
Fizikçiler, maddeyi “enerjinin kesifleşmiş hali” olarak tarif ederler. Enerji ise Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Kudret sıfatı nuranî olduğu gibi, enerji de bir derece nuranîdir. Onun kesifleşmesiyle “madde” ortaya çıkmaktadır. Buna göre, enerji ne maddeye benzer, ne de maddî varlıklara. O enerjinin kaynağı olan kudret ise maddeye hiç benzemez ve ondan mücerrettir.
Bir insan fikren sapıklığa düşse de maddeyi yaratıcısına benzetmeye kalkışsa, fizik ilmine göre, bir ağacı, bir taşı yahut bir canlıyı ancak enerjiye benzetebilir. Enerjinin ise bu kadar çok ve farklı varlıktan hiçbirine benzemeyeceği açıktır.
Daha da ileri gitse, o enerjinin yaratıldığı kudrete kadar gider ve eşyayı İlahî kudrete benzetme sapıklığına düşer. Bundan öteye gidemez. Zira kudret, Allah’ın sıfatlarından sadece birisidir. Vücut ve beka, ilim ve irade gibi bütün sıfatların sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın mahlukatla münasebeti, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi sadece “hallakıyettir”; onları yaratmış olmasıdır. Onun ne ilminin, ne iradesinin, ne görme ve işitme sıfatlarının enerjiyle açıklanması mümkün olmadığı gibi, mukaddes Zatının da yarattığı hiçbir varlığa benzemeyeceği bütün akılların ve vicdanların kabul edecekleri bir hakikattir.