TR EN

Dil Seçin

Ara

Anadolu Ekosistemi Ve Sorunları

Anadolu Ekosistemi Ve Sorunları

Ol! emriyle başladı yeryüzünde hayat.

 

OL! emriyle başladı yeryüzünde hayat. Önce bitkiler hâkimiyet kurdu, ardından hayvanlar. Türlerin en büyükleri resmigeçitlerini yaptıktan sonra, son çeyrekte kainatın meyvesi insan indirildi yeryüzüne.

Kendisine rızkını nasıl elde edeceği öğretildi. O da oku, mızrağı yaptı, yaban hayvanlarını avladı. Sonra iplik, oltayla balıkları... Derken, hayvanları evcilleştirmeye başladı. Yeryüzüne iyice yerleşti. Fakat hırsı kanaatine galip gelince, tabiatı bozmaya başladı. İçinde yaşadığımız coğrafya da maalesef bundan nasibini fazlasıyla aldı.

Oysa, Toroslar’ın inişli çıkışlı yükseltileriyle zenginleşen Akdeniz iklimi bu bölge için her zaman büyük bir nimetti. Anadolu ve Mezopotamya, öteden beri, bitki ve hayvan çeşitliliği yönünden bir yeryüzü cennetiydi.

Günümüzde bile, onca bozulmaya rağmen, Anadolu göçmen kuşların göç yolları üzerindeki en uğrak alanlarından biri olma özelliğini koruyor.

Bu güzelliğin önemli bir parçası da, İç Anadolu’nun bozkırlarıdır. Ak koyunları, kara sığırlarıyla, sivrisinek bataklığı değil, su kuşlarının vatanı olan sazlıklarıyla, nispeten yüksek yerlerindeki bugün kaybolmaya yüz tutmuş ormanlarıyla başka bir zenginlikti İç Anadolu. Öyle ki, bir zamanlar Aksak Timur, Yıldırım Bayezit ile savaşmak üzere ordusuyla birlikte Çubuk Ovası’na geldiğinde, fillerini ormanda saklayabilmiş. Ordusu iaşe taşımaya ihtiyaç duymadan avcı birliklerin avlayıp getirdiği geyik, karaca, tavşan ve kekliklerle yiyeceğini sağlayıp beslenebiliyormuş.

...

Bir de bugüne bakalım. Ormanları hiç tükenmeyecekmiş gibi yaktık. Yaban hayvanlarını eti için ya da keyif için vurduk. Elimizin altındaki bu topraklar için yaratılmış bitki ve hayvanları ya yanlış ıslah yöntemleriyle ya da verimi düşük diye yok ettik. Sulak alanları tarım yapıp çok para kazanacağız diye kuruttuk.

İlk tecrübeyi Toros Dağları’nın tepesindeki Avdan Gölü’nü kurutarak yaşadık. Sular çekildi, ortamın nemi azaldı, elmalar çiçeğe duramaz oldu. Kuşlar gitti, sedir ağaçlarını parazitler sardı. Tabiatın dengesi bozulunca, felaket zincirleri birbirini takip etti. Bundan ders almadık, Sultansazlığı’nı da kuruttuk. Menderes Deltası’nı ıslah ettik.

Peki ne oldu?

Artık dağlarımızda kaplanlar gezmiyor, boz ayıların sayısı bir elin parmakları sayısınca azaldı. Son Anadolu Parsı da avcıların övünç fotoğraflarıyla 1970’li yıllarda dağlardan çekildi.

Üretim artışı düşüncesiyle ormanları kesip tarıma açtık. Bunun neticesinde, buradaki ürünleri yaban domuzlarından korumak derdini sardık başımıza. Daha kötüsü, pek çok hayvan türünün yaşam alanlarını silmiş olduk haritadan.

Bununla yetinmedik. At vebası salgınında ölen at leşlerini kurtları öldürmek için zehirledik. Böylece kurtların yanı sıra, şahkartalların, kızıl kartalların ve akbabaların kökünü kuruttuk. Bu hayvanların gökyüzündeki alımlı süzülüşlerini artık çocuklarımıza gösteremeyiz.

Çizgili sırtlanlar da tükendi. Tabii vaşaklar da. Sazlık kedilerini kürkü için bazen de sırf zevk olsun diye avladık. Doğal hayat döngüsü içinde ölen hayvanların leşlerini yiyen kalmayınca, leşlerle birlikte salgınlara yol açan etkenler çoğaldıkça çoğaldı. Artan hastalıklardan kurtulmak için daha fazla ilaç, daha fazla ‘zararlıları yok edecek zararlı’ kimyasallar üretiyoruz ama, derdimize çare olmuyor hiçbiri. Tam tersine, derdimize dert katıyor, doğal hayat ölüyor.

Oysa bizim dahlimiz olmasa, ekosistemde denge, yaratılışın kendi döngüsü içinde yeniden kurulabilir. Yaratılışın mükemmelliği, ortamı en kısa zamanda yaşanabilir bir yer haline getirebilirdi.

Şimdi bazı şeyleri kurtarmaya çalışıyoruz. Ülkemizde türkülere konu olmuş alageyik ve ceylanlar milli parklarda ve av üretme istasyonlarında koruma altına alındılar. Ama onları beslerken uzmanına sormadan bekçilere yemlettiğimiz için birçoğunu hasta etmeyi başardık! Kısacası, nasıl koruma altına alacağımızı da bilmiyoruz. Korurken, zarar verebiliyoruz.

 

 

Evcil ırklarımızın ise hali daha da kötü. Çünkü onlardan bazılarını koruma altına alamadan kökünü kuruttuk. Yerli sığır tipi olan yirmi ırk ve tipten elimizde sadece altı ırk kaldı. Yıllarca bu hayvanları verim düşüklüğü gerekçesiyle hor gördük. Tırnak yapılarının sağlamlığı, sağlam meme dokusu, uzun ömürlülük, yavruların hayatta kalma gücü, zor koşullara ve hastalıklara dirençli olmaları gibi üstünlüklerini önemsemedik, görmezden geldik.

Bu gibi özelliklere sahip olmamalarına rağmen, bir tek verimleri yüzünden yabancı ırkları kendi hayvanlarımızdan üstün tuttuk. Hayvancılığımızı onlarla geliştirmeye çalıştık. Yıllarca yanlış bir hevesin peşinde koştuk.

Tüm bunlar niye yaşandı?

Sırf ülkemiz için değil, tüm dünya için geçtiğimiz yüzyılın belki de en yanlış düşüncesi, “yüksek verim-yüksek kâr” düşüncesiydi. Dünya üzerindeki her şey, daha fazla üretim ve daha fazla kâr için yapıldı. Bu nedenle, yirminci yüzyılın son otuz yılında gerçekleşen hızlı büyüme neticesinde, yeryüzündeki doğal kaynakların yüzde otuzu bir daha yerine konulamayacak biçimde yok oldu.

Oysa, dördüncü yüzyılda Konfiçyüs geleneği içinde yetişmiş olan Mencius, bakın ne demiş:

“Tarladaki düzeni bozmazsan ihtiyacından fazlasını üretirsin; ağının gözleri küçük olmazsa yeterinden fazla balığın olur; ormana baltayı belirli ve uygun zamanda vurursan gerektiğinden fazla keresten olur.”

Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, insanın üstüne gelen tüm lanet, onun tabiata tahakküm etme arzusundan ileri geliyor. Tabiatı bozmak, insanın kendisine zarar veriyor. Tıpkı kendi ayağına ateş etmek gibi.