TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünya Kur’an’la Güzel

Dünya Kur’an’la Güzel

Gerçekte, Kur’ân’ın bir insan ömrünü bile bulmayacak kadar kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği inkılâplar, tek başına onun hakkaniyet delili olarak sayılabilir. İçki, kumar, ırk ayrımı, fuhuş, cinayet, zulüm gibi, insanlığa yaraşmayan ne varsa, toplumda ne kadar kökleşmiş olursa olsun, yirmi üç senelik bir süreç içinde, üstelik düşman bir çevre içinde bunları kaldırabilmek, dünya tarihinde sadece Kur’ân’ın ve onu getiren Peygamberin başardığı bir iştir ve başkası tarafından tekrarlanması mümkün olmayan bir mucizedir.

 

Kur’ân’ın indirilişinden bu yana geçen yüzyıllar açıkça gösteriyor ki, onun indiği toplum nasıl Kur’ân için planlanmış bir toplum ise, bu dünya da Kur’ân için planlanmış ve hazırlanmış bir dünyadır.

Bir defa, varlık âlemi, her şeyiyle, Kur’ân’ın anlatımında kendisini bulmakta, onun beyanından başka hiçbir beyan ve hiçbir felsefe, bu varlıkların anlamını ve amacını açıklayamamaktadır.

Diğer yandan, dünyanın ve özellikle insanlığın yaratılışındaki asıl amacı teşkil eden kulluk ve fazilet mânâları, ancak Kur’ân’ın terbiyesi altında var olmuş ve gelişmiştir. Kur’ân’ın ve Peygamberin en yaman muhalifleri bile, bu kitabın ve onu getiren Peygamberin beşeriyet için en büyük ahlâk ve fazilet numunesi olduğu konusunda hiçbir tereddüt öne sürememektedirler.

Kur’ân’ın terbiyesi altında yetişen insanların ilim, irfan, sanat, medeniyet, ahlâk ve fazilet namına ortaya koyduğu davranışlar ve eserler, insanlık tarihini gerçekten bir “insanlık” tarihi yapan ve dünyayı yaşanmaya değer hale getiren unsurlar olmuştur.

Kur’ân’sız bir dünya düşünmek, bu eserlerin hep birden insanlık tarihinden çekilip gittiğini farz etmek demek olur ki, o zaman geride kaba kuvvetin hüküm sürdüğü; kılıçtan, servetten ve şehvetten başka pek az şeyin değer taşıdığı bir dünya kalırdı.

Kur’ân’ın insanlık âlemi üzerindeki etkisini incelerken, bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir:

 

KUR’AN YAŞANMAK İÇİN GÖNDERİLDİ

Bu etki, iki taraflı bir uyum ve hazırlığın sonucudur. Bu tarafların birinde Kur’ân, diğerinde ise onu benimseyen insanlar vardı. Kur’ân’ı gönderen, onu, yaratmış olduğu kâinatın ve insanlığın mahiyetiyle bir uyum içinde ve yaşanan bir hayata yerleşecek şekilde göndermişti. Bunun yanı sıra, onu karşılayan insanlar da Kur’ân’ın meziyetlerini takdir edecek yapıda idiler ve saf bir zihinle ve gönülden ona yönelerek Kur’ân’ı benimsemişlerdi.

Belâgatli bir sözün belirgin özelliği anlatılırken, “Sıradan insanlar onun mânâsını anlar, yüksek seviyedekiler de meziyetlerini takdir eder” denir. Onlar, işittikleri sözü anlamaktan da ötede, onun meziyetlerini fark edebiliyor, işittikleri anda o kelâma vuruluyorlardı.

Ünlü Arap dilcisi el-Asmaî, çok güzel şiir okuyan bir kız çocuğunu takdir ettiği zaman, kızın cevap olarak “Bu da bir şey mi?” deyip Kur’ân’dan bir âyet (Kasas Sûresi, 7) okuduğunu ve “Bu âyette iki emir, iki yasak, iki haber, iki müjde var; Allah’tan başka kim bunları iki satırda toplayabilir?” dediğini anlatır. Daha çocukluk çağlarında kelâmın meziyetlerini ayırt etmeyi refleks haline getirmiş bir toplum, Kur’ân’a karşı ilgisiz kalamazdı.

Nitekim inanmayanlar bile onun tiryakisi olmuşlardı. Birbirlerinden habersiz şekilde Kur’ân’ı dinlemeye gidiyorlar, yeri geldiğinde secdeye kapanıyorlar, secde etmeyi gururuna yediremeyen de yerden toprak alıp alnına sürüyor, Müslüman olmasalar da âyetin belâgatine secde ettiklerini söylemekten kendilerini alamıyorlardı.

Eğer Kur’ân sözün değerini bilmeyen bir topluma inmiş olsaydı, herhalde bu tesirini gösteremezdi. Yağmur hayat getirir; ama yağdığı toprak, toprak olursa!

 

KUR’AN’IN MUCİZELERİ SAYMAKLA TÜKENMEZ

Kur’ân’ın müştakları hiçbir zaman eksik olmadı. İnsanlık, onu indiği andan itibaren pek çok dillerle okumaya başladı. Dünya gür sesli bir hafıza döndü; gece gündüz demeden, bir an ara vermeden Kur’ân’ı okudu, durdu. Şu anda, siz bu satırlar üzerindeyken, dünyada belki bir milyon insan, belki de daha fazlası, Kur’ân okuyor olacak. Onun yalnız Fatiha Sûresini herbirimiz bir ömür boyunca yüz binlerce defa okuyoruz; bazılarımız daha da ileri gidiyor ve milyon sınırını aşıyor. Onu okurken, nefes alır gibi, su içer gibi okuyoruz; usanmıyoruz. Mucize arayanlar için başka bir şeye ihtiyaç var mıdır?

Kur’ân’ın mucizeleri saymakla tükenmez. Onun mânâsı bir yana, lâfzı bile insanın yaratılışıyla o kadar uyum içindedir ki, hastalara, hattâ ölüm döşeğindekilere okunduğu zaman, en küçük bir sesten bile rahatsızlık duyacak kadar hassaslaşmış olan o insanlar, Kur’ân sesinden ancak huzur ve sükûn kokusu alırlar. Hasta olsun, sağlıklı olsun, anlamını bilsin veya bilmesin, herkes onu dinlediği zaman anlar ki, o bir beşer sözü değildir.

Bilginler, sıradan insanlarla birlikte ondan nasibini alır.

Hükümdarlar, kölelerle birlikte onun önünde diz çöker, dersini dinler.

 Ne evliya, ne ulema, ona muhtaç olmakta kendilerini en cahil veya günahkâr kimselerden farklı bir konumda görmez.

 İlim arayan ondan alır. Adalet isteyen ona yönelir. Mutluluk arayan onda bulur. Ahlâkını güzelleştirmek isteyen, dersini ondan alır. Bu dünyada ne aradığını öğrenmek isteyen, cevabını onda bulur. Kim olursa olsun, saf bir zihinle ona yönelen, Âlemlerin Rabbiyle baş başa bir sohbet halinde olduğunu bilir. Esasen, kendisine okumak, anlamak, konuşmak, yazmak bunun için öğretilmiş, “beyan” nimeti bunun için verilmiştir.

 

HAYATIMIZIN EN ÖNEMLİ ŞEYİ KUR’AN OLMALIDIR

Bu durum bizi, hayatımızda Kur’ân’a, onu anlamak ve yaşamak için girişilecek düzenli çalışmalara gereken yeri açmak yükümlülüğüyle karşı karşıya getiriyor.

Eğer biz bu dünya üzerinde tesadüfen bulunmuyorsak, buraya gelişimizin ve buradan gidişimizin bir nedeni ve amacı varsa, hayatımızın en önemli yerinde bulunması gereken şey, hiç kuşkusuz, Kur’ân olmalıdır. Çünkü bu hayatı bir daha tekrarlama ve geçmiş olan zamanı yeniden yaşama şansımız yoktur.

Zaten Kur’ân da, iniş şeklinde olduğu kadar, tertibinde de yaşanan bir hayatı hedef almıştır. Onda konuları, bir ders kitabında olduğu gibi bölümlere ayrılmış ve birbirinden soyutlanmış halde bulmayız. Onun hemen hemen bütün bahislerinde, tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi, pek çok şey bir aradadır.

Onun herhangi bir sayfasını açan kimse, hangi ihtiyaçla ona başvurmuş olursa olsun, kendisine yarayan bir şeyleri orada bulur, eli boş dönmez.

Şu kadar var ki, dünya nasıl Kur’ân’ın inişi için hazırlandıysa, bizim de önce kendi özel dünyalarımızı onun inişine hazır hale getirmemiz gerekir. Eğer zamanımızın revaçta olan deyimiyle “Kur’ân’ı anlamayı” amaçlar ve bununla yetinirsek, “sıradan insanların” seviyesini kendimize hedef olarak almış oluruz. Gerçi bu da büyük bir kazançtır; ama bundan daha ötesine talip olmak ve Kur’ân’ın zevkine varabilmek, insan olarak yaratılışımızın anlamına daha uygun değil midir?

 

KUR’AN’I SÜREKLİ OKUMALIYIZ

Kur’ân, açıklayan kitap olduğu kadar, açıklanan bir kitaptır da. Onun en önemli açıklayıcısı ise, kendisidir. Onu bir bütün olarak kavramak ve ruhuna varabilmek de onu sürekli olarak okumaya ihtiyaç gösterir. Böylelikle, insan, bir yerde özet olarak geçmiş bir konunun açıklamasını bir başka yerde bulur, yahut bir yerde zihnine gelen sorunun cevabıyla başka bir sayfada karşılaşır. Veya hiç ummadığı bir yerde, beklenmedik bir zamanda, âyetler arasında yeni bağlantılar ve anlam derinlikleri keşfetmeye başlar. Gerçi bu konuda herkesin istifadesi, ihtiyacına ve göstereceği çabaya göre değişecektir.

Kur’ân’ın kendisinden sonraki en önemli açıklayıcısı Hz. Peygamberdir. Zaten onun hayatı ve sözleri, Kur’ân’ın açıklamasından başka bir şey değildir. Ancak bu, yaşanan hayat tarzında bir açıklamadır.

Kıssalar, Kur’ân içinde hacim yönünden olduğu kadar, önem itibarıyla da büyük bir yer tutar. Hattâ, Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını söyleyen âlimlerimiz de vardır ki, bu görüşte büyük bir isabet bulunduğu düşüncesindeyiz.

Ancak bu ruh, kıssaların Kur’ân’da yer almayan ayrıntılarında değil, Kur’ân’da ve sahih rivayetlerde yer alan özünde aranmalıdır.

Ne yazık ki, zaman içinde Kitap Ehlinden Müslüman olanların (veya olmayan yahut olamayanların) İslâm’a soktuğu, “İsrailiyat” adı verilen hikâyeler, Kur’ân’ın kıssalarını özünden de, amacından da saptırmış; akıl almaz ayrıntılarla dolu birtakım merak çekici efsanelere dönüştürmüştür. Bu tür ayrıntılara karşı, Hulefâ-i Râşidîn döneminden itibaren Sahabenin önde gelenleri ve onları izleyen bilginler her ne kadar şiddetli ve sürekli uyarılarda bulunmuş olsalar da, maalesef halkın bunlara olan rağbeti bir türlü önlenememiş ve bu durum, Kur’ân’ın irşadı önünde ciddî bir engel teşkil edegelmiştir.

 

KUR’AN BİLİMLERE YÖNLENDİRİR

Kur’ân, bilimle ilgili konularda son derece zengin bir mucize kaynağı olarak önümüzde durmaktadır.

Ne var ki, Müslüman toplumların bilime karşı son asırlardaki soğuk tavırları burada da kendisini göstermekte ve “Kur’ân bir fizik kitabı değildir” şeklindeki mazeretler, yahut “Bilimsel buluşların yanlışlığı ortaya çıkabilir” gibi gerekçeler, Kur’ân’ın kâinattan bahseden âyetleri üzerinde ciddiyetle durulmasını önlemektedir.

Kur’ân’ın bir fizik kitabı olmadığı doğrudur; ama aynı zamanda Kur’ân bir tarih, sosyoloji veya felsefe kitabı da değildir. Lâkin tefsirler, bu alanlarda alabildiğine geniş açıklamalarla doludur; üstelik zaman, bu açıklamalardan bir kısmını geçersiz hale getirmiştir ve getirmeye de devam etmektedir.

Kur’ân’ın yüzlerce âyetinde dikkatlerimizi kâinata çevirdiğini ve bizi, doğayı incelemeye çağırdığını unutmamalıyız.

Ne yazık ki bu unutulmuş ve, çağdaş âlimlerimizden Muhammed Gazalî’nin tespitiyle, Kur’ân ve kâinat beraberce hayatımızdan çıkmış bulunuyor. Hilâlin gözlenmesi konusunda iki tane adamın tanıklığıyla bilimsel hesapların reddedilmesi, bu anlayışın bir sonucundan başka bir şey değildir.

Bugün hiç şüphe götürmeyecek bir gerçek varsa, o da, içinde yaşadığımız dünyayı tanımaya muhtaç olduğumuzdur; bunun en kestirme ve en doğru yolu da Kur’ân’dan başlamak, onu Kur’ân’ın anlattığı gibi tanımaya çalışmaktır.

Son söz, Kur’ân, Sahabenin yaptığı gibi, yaşanarak anlaşılacak bir kitaptır. Bunun sonucu, sadece Kur’ân’ı anlamak değil, hayatı da anlamak şeklinde ortaya çıkacaktır.

Zaten hayatı doğru bir şekilde anlamak için Kur’ân’dan daha önce başvurulabilecek hiçbir kaynak yoktur.

Her şeyden önce biz, dünyamızı Kur’ân’a göre şekillendirmek ve içinde yaşadığımız kâinata Kur’ân’ın baktığı yerden bakarak işe başlamak zorundayız. Bunu başarırsak gerisi pek kolay olur. Bunun için ise, Kur’ân’ı sürekli okumak, her gün okumak, tekrar tekrar okumak gerekecektir—tıpkı her gün yiyip içtiğimiz gibi.

Her nimet bir fiyat ister. Âlemlerin Rabbine muhatap olmanın bilincine varmak ve bu bilinci ayakta tutabilmek, Onun hitabına gereken değeri vermeye bağlıdır.