TR EN

Dil Seçin

Ara

Zamansız Ayasofya

Zamansız Ayasofya

Bazı insanlar kendilerini bir memlekete ait hissetmezler. Kendilerini dünya vatandaşı olarak tanımlarlar. Bir beldeyi, bir yöreyi veya kültürü değil bütün dünyayı kucaklarlar. Benim vatanım, toprağım belli ama ben de zamanın tamamını kucaklıyorum. Geçmişte kalmış ya da geleceğe yetişememiş değilim, ama bu zamanın insanı da değilim. Zamansız yaşıyorum.

Bazı insanlar kendilerini bir memlekete ait hissetmezler. Kendilerini dünya vatandaşı olarak tanımlarlar. Bir beldeyi, bir yöreyi veya kültürü değil bütün dünyayı kucaklarlar. Benim vatanım, toprağım belli ama ben de zamanın tamamını kucaklıyorum. Geçmişte kalmış ya da geleceğe yetişememiş değilim, ama bu zamanın insanı da değilim. Zamansız yaşıyorum.

Yüzlerce insan tanıdım; aynı devirde yaşamamış olsak bile hayatıma iz bırakmışları, zihnimde yer etmişleri, şanı şöhreti benim günüme gelmişleri... Bu insanların benim arkadaşım olmalarına zaman engel olabilir mi? Hem o kadar vakittir komşum olup da bana bir selamı çok gören şu kişi benim ahbabım da seyahatlerini yüzyıllar öncesinden bana anlatan Evliya Çelebi mi bana yabancı? Hayır! Asıl ahbabım Çelebi’dir, ben o komşuyu reddediyorum. Ben zamandaş olmadığım kişilerle dostum, karşı komşumla değil. Ben zamansızım hiç bir zamana ait değil.

Bir başka dostum da Yunus’tur mesela. Bin sene önce söylemiş sözünü, ben şimdi dinliyorum. Ne onun sözü eskimiş, ne de benim geç kalmışlığım var. Çünkü insan aynı insan, dünya aynı dünya, kelam aynı kelam. Bilirsiniz yağmurları; hep aynı su buharlaşır döner dolaşır yağmur olur milyonlarca yıldır. Su eskimemiş de zaman mı eskimiş. Yunus’un yüzünü ıslatan yağmur damlası toprağa karışmış, denize akmış, defalarca yağmur olup yağmış, bugün de benim yüzüme düşmüşse bunda şaşılacak ne var? Benim yüzüme düşen damla da o eski damla, yüzüme rüzgârı vuran zaman da aynı zaman.

Derler ya insan hissettiği yaştadır. Ben kendimi 567 yaşında hissediyorum.  29 Mayıs 1453’te doğdum ben. İstanbul’la aynı tarihte. Bu eşsiz şehir Konstantiniyye olmaktan sıyrılıp İstanbul olarak doğarken ben de doğdum bu dünyaya. O dünyanın sıfır noktası; benim ruhum da zamanın. Sonsuzluğun matematiği aştığı yaştayım. 

Kırkımı Ayasofya’nın bahçesinde uçurmuş annem, sıkıldığımda orda eğlemiş beni. İlk namazımı orda kılmışım. Her ziyaretimde fetih hikayeleri dinlemişim cemaatinden. O övülmüş ordunun askerleriyle tanıştım orda. Yüzlerindeki ışığı gördüm. Padişahlar geldi geçti bahçesinden ben de oradaydım. Minareler yükseldi göğe dört bir yanından keyifle izledim. Hakkın sesi duyuruldu içinde, ben de duydum. Allah’a giden bir yol buldum içinden. Defalarca yıkılıp yeniden yapılmış ta ki minarelerle gökyüzüne tutunana kadar. Hakikatle dimdik ayakta kalacaktı yüzyıllarca. Belki İslam’dan daha eskiydi, belki dünya durdukça yaşayacak. Ben hep burada olacağım. Bedenimin koyulacağı toprak en başta buradan yoğrulmasaydı bu kadar sever miydim burayı?

Şimdi gafillerle aynı zamanda yaşıyorum. Öyle bir gaflet uykusunda ki zamandaşlarım. Belki de onlar yüzünden bu zamanda olmayı reddediyorum. Ayasofya ibadete kapalı. Taşı taş üstüne nasıl koydular diye görmeye geliyorlar, Allah’a nasıl yol buldular diye değil.

Bazen namaz kılmaya teşebbüs edenler oluyordu, bazen ayin yapmaya. Hakaret edenler, övenler. Hep müze olmalı diyenler. Zaman zaman ibadete açılacağını söyleyenler. Başka ülkelerin açılmasını istemediğini söyleyenler. Önce insanlar ciddi ciddi tartıştı bütün fikirler konuşuldu ve nasipte olan oldu. Her zamanki gibi nasipte olan oldu ve bana Ayasofya’da namaz kılmak nasip odu. O gün insanlar bu müjdeyle meydana doldu. Bambaşka bir gündü. Bir tarihi an da ben yaşadım o meydanda. Açılacağı haberi bile herkesi mutlu etmişti. Önce meydanda şükür namazları kıldık. Sonra en ön safta günlerce haftalarca aynı kalabalıkla, farklı insanlarla. Ne için yapıldıysa ona hizmet ediyordu Ayasofya. Yaşlandı diye huzur evine kapatılmış bir ihtiyar olmaktan çıkıp ölene kadar insanlara kucak açmaya devam edecekti. Bereket umuyordu herkes bu işten. Fatih’in vasiyetine sahip çıkıldı diye şeref duyuyorlardı. Bize nasip oldu diyorlardı. Bilmeyenler hayret ediyorlardı. Ne vardı müze olarak kalsaydı diye söylüyorlardı. Herkesin ortak alanı olsaydı onlar için. Halbuki Allah’ın evi herekse açıktı. Allah’a adanmış bu evde Allah’ın misafiri oluyordu aslında herkes.

Çokça şükürlerden sonra şimdi de aklımda Kudüs vardı. Onca peygamberin düzeltemediği kavimleri gördük orada. Hepsinin izleri kalmıştı. Öyle bir düğüm olmuştu ki tarih ve inançlar burada, insanlar ölüyordu takılıp kör düğüm noktalara. Mescid-i Aksa... Bir gün de insanlık tek bir cemaatle burada namaza dursa…