TR EN

Dil Seçin

Ara

Zamansız Uyku, Yararsız Uyanış

Zamansız Uyku, Yararsız Uyanış

Yaşadığımız dünyanın en aşikâr gerçeklerinden biri, büyük âlem olan kâinat ile, küçük âlem olan insan arasındaki eşsiz uyum ve tenasüptür. Güneş'in Samanyolu içindeki yerinden dünya ile güneş arasındaki mesafeye, dünyanın dönüş hızından eğimine, insanın dilinin ve midesinin yapısından ona rızık olarak sunulan gıdaların özelliğine… hangi yönden, hangi açıdan bakarsak bakalım, kâinat-fıtrat denkliği berrak bir şekilde karşımıza çıkar. “Sizden insanı tarif etmeniz istense, nereden başlarsınız?” sorusuna bir düşünce adamı “Bütün kâinattan başlarım.” cevabını vermişse, işte bu sebeptendir zaten.

Kâinat ile insan arasındaki bu uyum, sadece insanın bedeni ve maddî varlığı ile sınırlı da değildir. İnsanı insanı yapan asıl özellikleri itibarıyla da durum budur. Meselâ insan aklı, mutlak ve sınırsız olanı kavrayıp kuşatabilir durumda değildir. Bilakis, aklı da, gözü gibidir insanın. Nasıl göz güneşi ona bakarak değil, ışığından yedi rengine onun kâinat üzerindeki cilvelerine bakarak tanıyorsa, akıl da Ezel Ebed Sultanını esmâ-i hüsnâsının yarattığı kâinattaki tecellilere bakarak tanır haldedir. Gördüğü kâinat, görmeye muktedir olamadığı âlemler Rabbinin varlığına delildir akıl için. Bu delilleri kavrama yolculuğunda ise, akıl tasnifler yapar, derecelendirmeler yapar, buna göre kıyaslar yürütüp bir sonuca ulaşır. Bu sınıflandırmalar için ise, zıtlar içiçe girmiş haldedir kâinatta. Meselâ ışık, doğrudan güneşten çıktığı haliyle değil, perdelerin araya girmesiyle kavranabilir durumdadır insan için.

Sözün kısası, gözün, görebilsin diye, kamaştırılmadığı bir dünyada yaşar insan. Aklın, anlayabilsin diye, önüne sınıfların, derecelerin konulduğu bir dünyada hem de. O yüzden, meselâ ışık ile karanlık içiçe geçmiş, böylece aydınlığın dereceleri ortaya çıkmış haldedir. Ama, bir kez daha vurgulayalım, bu, insanın gözüne perde insin diye değildir; bilakis insan ancak bu perdeli haliyle ışığı ve hakikati kavrayabildiği içindir.

Dolayısıyla bu dünya, görmek isteyen göze imkânların sonuna kadar açık olduğu, görmeye talip olmayan için ise bahane olarak ileri sürmeye kalkışacağı loşluğun da bulunduğu bir dünyadır. Dileyen, tam da akıl gözünün hakikati görmesini mümkün kılacak kıvamda bir aydınlıkla varedilmiş âlemlere bakıp âlemlerin Rabbini tanır; dileyen, tam da akıl gözünün hakikati görmesini mümkün kılacak bu kıvamdan bir kaçamak üretmeye kalkışır.

Sonuçta, bu dünya, böyle bir dünyadır.

Ama bu dünyanın bir de ‘ötesi’ vardır.

Bu dünyayı, rububiyet sırrıyla, insan O’nu tanıyabilsin diye bu halde yaratan âlemler Rabbinin; uluhiyet sırrıyla, hakikati mazeretsiz herkesin göreceği bir gün de yaratacaktır. Kıyamet gününün âlemler Rabbinin Kelamında defaatle ‘din günü’ olarak da tarif edilmesi, işte bu sırdandır.

Dünü ve yarınıyla bütün kâinatın ve o kâinat içinde insanlığın gidişatını ve akıbetini beliğ bir surette gözümüz önüne koyan Kâria sûresinin ise o günü ‘kâria’, yani ‘şiddetle dayanıp çarpacak belâ’ diye tarif etmesi, yine bu bakımdan, ne kadar manidardır!

O gün, bir açıdan, ‘kâria’dır insan için. Çünkü, hakikati görebilsin diye o halde yaratılmış şu dünyada varoluşunun hakkını verememiş, onun önüne konulmuş olan imkândan gafletine mazeret üretmiş insanlar, loş bir zeminde kuytu bir yerde uykuya dalan kelebeklerin kuvvetli bir ışıkla karşılaştıklarında uyanıp oraya buraya uçuşmaya başlamalarına benzer bir hale duçar olacaktır. Hem de, kuytusuna sığındığı, sabitkadem sandığı o dünya da hallacın elindeki yün veya pamuk gibi lif lif atılır bir halde iken…

“Şiddetle çarpan o belâ! Nedir o belâ? O belâyı sen nereden bileceksin? İnsanların, dağılmış küçük kelebekler gibi olduğu... Dağların, atılmış yün gibi olduğu gün (o belâ gelmiş olacak). (İşte o gün) terazileri ağır basanlar, hoşnut olunan bir hayat içindedirler. Ama terazileri hafif kalanlar ise; işte onları kucaklayacak olan, müthiş bir çukurdur. Onun ne olduğunu nereden bilirsin? O, çok alevli, çok sıcak bir ateştir.” (bkz. Kâria sûresi, 101: 1-11)

Bu kısacık sûre, kâinatın ve kâinat içinde insanın varıp dayanacağı akıbeti böyle anlatırken, esasen insanı yaşıyor olduğu anı ve eline verilmiş donanımları doğru kullanmaya çağırmaktadır. Hazır bu dünyada imkân varken insan bu imkânı kullanmalı ve ebed yolculuğu için heybesine bu hayattan azık toplamalıdır. Yok eğer bu gerçeğe gözünü kapatacak olsa insanın gelip dayanacağı akıbet, hakikat bütün çıplaklığı ve parlaklığıyla gözünün önüne çıkıp suratına çarptığında hazırlıksız yakalanmak, ışığı görmüş kelebekler gibi telaş içinde oradan oraya çırpınıp durmak olacaktır.

Gelin görün ki, heybesine azık doldurmasına imkân veren ömür sermayesi tükenmiş olduğu, dahası heybesine toplayacağı azıkları içinde barındıran koca dünya da lif lif atılıp dağılmış hale geldiği için, çıkışı, kaçışı ve telâfisi yoktur artık bunun. ‘Kâria’ gelip çarptığında artık ne çıkış, ne kaçış, ne bir telâfi imkânı olmadığı için de, âlemlerin Rabbi, rahmetinin bir nişanesi olarak, şimdiden, daha bu dünyada iken, ‘köprüden önce’ bir fırsat hâlâ daha mevcutken insanı uyarmaktadır. Bu bakımdan, gerek Kâria’da, gerek sair sûrelerde Kıyameti, Hesap Gününü ve Cehennemi haber veren bütün âyetler, insan elindeki imkânın değerini bilsin, iyi değerlendirsin de o çukura düşmesin diyedir zaten.

Nitekim, ‘terazileri ağır basanlar’ın durumu budur. Onlar, bu dünyada iken gözlerinin önüne konulmuş ve tam da gözlerinin göreceği kıvamda sunulmuş hakikati görüp yapabildiği derecede o hakikatin gereği olan salih amelleri heybesine koymuş, yapamadığı yerlerde ise heybesine tevbe ve istiğfar doldurmuşlardır. O yüzden de, o büyük felâket gelip çarptığında, düşmeyecek, zira kendilerini sonsuz bir rahmet kucağında bulacaklardır. Gerçeğe karşı bu dünyada kuytulara sığınanların ‘kucak’ olarak hissesine düşen, alevli bir çukur, bir uçurumdur.

Böylesi, ne yakıcı bir hüsran, ne kötü bir kucaktır insan için.

Ama âlemler Rabbi, bu kucağa düşmesin, bu hüsranı yaşamasın diye insanı şimdiden uyarmaktadır.

Uyarının hakkını verip, uyanana ne mutlu!

Uyarı, uyanmak için yapılır zaten. Uyanalım diye, Kâria sûresi bizi nasıl da uyarıyor!

Yine de uyanmamayı tercih edip kuytulara sığınanlara yazıklar olsun…