Herkesin zihnindeki ve hayalindeki kötülükleri unuttuğu günlerden bir gündü.
O gün böyle bir gündü. Özeldi.
Peki neydi o zaman farklı kılan hayatı?
Öyleyse dinlemeye hazır olun...
Güneşin nazla değil niyazla doğduğu... Başların üzerinde pırıl pırıl parladığı... Kuşların mavi göklerde bin bir seslerle şakıdığı... Rüzgârsız olmaz elbet, onunla bu sofrada fısıltıya bir şeyler anlattığı...
Hasılı; muhteşem kâinat korosunun küçük-büyük demeden katıldığı...
Günlerden bir gündü...
Sabahlardan bir sabah...
“Ömrün böyle güzel anları da varmış. Hayat bu işte. Yaşamaya değermiş.” dedirtecek cinsten bir sabah...
Seher vaktinin bereketiydi hepsi.
Genç bir adam yatağında doğrulmuş düşünceler içindeydi.
Dalgındı, ama azimliydi ve ümitliydi.
Günlerdir kendini hiç bu kadar güçlü hissetmemişti.
Neydi o omzundaki ağırlıklar, o lüzumsuz yükler. Neydi?.. Çoğu ona ait olmayan fuzuli şeylerdi. Neydi bunlar? Niye kene gibi yapışmış, kanını emmişti? Niye taşımak zorunda kalmıştı yıllarca? Atamıyor, bir kenara bırakamıyordu onları hayli zamandır. Ama olmuştu işte.
Güvenini boşuna çıkarmamıştı Rabbi. Derin ve ağır bir uykudan uyanmıştı âdeta...
Demek ki oluyormuş...
Dua eder gibi açtığı ellerine yakından baktı; temizdi. Kalbini yokladı o da öyle...
Derin bir “oh” çekti. Rabbine şükretti.
Günahlardan arınmış ve affedilmiş gibi hissetti kendini. Anacığının yadigârı yarım asırlık sürahiden bir bardak su içti sindire sindire...
Besmeleyle içince suyun bile tadı farklıydı. Bir bardak daha içti. Nedense bir önceki lezzeti alamadı.
Dünyadaki nimetlerin âkıbeti böyleydi...
Oysa cennetteki her nimetin her tadımında bile, birbirine benzemeyen farklı zevkler, farklı tatlar olacaktı.
Zaten cennet nimetlerinin asıllarına müşteri olmak için dünyada değil miydik?
Genç adam, akşam seyrettiği haberleri düşündü. Nasıl bir oyundu bu?..
Yıllardır bunun önüne geçemiyor; en kıymetli vaktini bu büyülü kutu, kara delik gibi yutuyordu âdeta. Ama artık yeterdi.
Bazen şerden hayır doğarmış derler ya. O da bu çirkin tabloların ardından güzel bir karar almıştı o gece. Ve ilk defa ruhu rahattı. Hatta rüyaları bile değişmişti. Kabuslar gitmişti...
Gerçek hayattan insanı soyutlayan, ideallerinden uzaklaştıran televizyonun fişini artık çekmişti. Uzak bir odaya yolculuk etti. Okuması gereken kitapları bir bir o boşluğa yerleştirdi. Epey de okunacak eser vardı. Olsun, artık kafası rahattı...
Eski zaman kâhinlerinin düğümler atıp, iplere okuyup üflemelerine karşılık, modern zamanlarda onun yerini kablolar, antenler almıştı âdeta. İnsanı en zayıf yanından kendine tutsak ediyordu bunlar.
Tek kıymetli sermayesi olan ömrü, hani buz satan adamın öyküsündeki gibi eriyor, tükeniyordu.
Şükür ki, bu tuzağı fark etmişti. Geç de olsa uyanmıştı. İşte böyle bir sabahtı bu...
Rahmetli baba dostu kuru kahveci Nuri Amca’nın hediyesi olan yeşil kaplı o kitabı, Kastamonu Lahikasını açtı. İçinden bir cümle okudu.
“Ben bakmadım ne kaybettim; siz baktınız ne kazandınız?” diyordu Bediüzzaman. Üstelik bunu 1940 yılında radyo başına koşanlar, II. Dünya harbinin safahatını merak edenler için söylüyordu.
Karşımızda ebedî bir hayatı ebediyen kaybetmek ya da kazanmak davası açılmıştı. Bundan daha önemli ne olabilirdi bir insanın hayatında. Burada özetle Bediüzzaman zalimlerin satranç oyunlarından yüz çevirmek gerektiğini ifade ediyordu...
Onlar bizim elimizdeki kudsî nurlara ve elmaslara müşteri olmadıkları halde, biz de kudsî hizmetimizin zararına olarak onların oyunlarıyla oyalanmamıza dikkat çekiyordu.
O gün okumanın önündeki engelleri bir bir aşmayı denedi. En büyük engel olarak gördüğü televizyonun da defterini dürdü. O gün sayısız güzellikler yaşadı. İçi doğduğu günkü gibi masum ve temizdi. Yirmi kanal, elli kamera ile milyonlarca insanın hayatı karartılıyordu. Yalan, riya, şöhret, alkış, dedikodu, gıybet, hasılı bir yığın cehennem malzemesi doluydu bu kutunun içinde. Hem de Kur’an, fasıkların verdikleri haberlere güvenmemek gerektiğini söylemesine rağmen oluyordu bunlar.
Bir çizgi çekti yalan ve günah dünya ile arasına. Sahabe asrındaki gibi kalın bir çizgiydi bu. Beyaz adamın esir ettiği, esrarlı bir madde ile uyutup uyuşturduğu ve zombileştirdiği Afrikalı zencilerin tuzlu fıstık yiyip yıllar süren o ağır uykudan uyanmaları gibi genç adam da bu sabah tam uyanmıştı.
Risalelerin uyarıcı ve uyandırıcı etkisini bir kez daha görmüş ve yaşamıştı o gün. Hem de hakkalyakîn.
Sahabelerin hayatlarında meydana gelen o büyük değişikliğin sırrını bir derece anlamıştı o gün.
“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem, cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu.”
Genç adam sahabelerin hayatlarına ve fedakârlıklarına hayrandı. O yolda yürümek ve sahabe mesleğinin cilvesine mazhar olmak için gafletten ayılmak ve uyanmak gerektiğini yakînen anladı ve yaşadı o sabah...