TR EN

Dil Seçin

Ara

Masumiyet

Cennetin habercisi gibi olan çocuk yüzleri, daha sonra ne hal alır? O yüzler nasıl masumiyetini kaybeder ya da etmez? Çocuğun yüzünde cennetten haber veren şey, onun yüz güzelliği midir, yoksa masumiyetin ve ruhun yüze yansıması mı?

 

Ne zaman bir bebeğin yüzüne baksam, aklıma cennet gelir. Ne zaman cennetin nasıl bir yer olduğuna dair bir bahsin ortasına düşsem, dilimden “Bebeklerin yüzüne bakın, cennetin nasıl bir yer olduğunu anlarsınız” kelimeleri damlar.

Çocuk yüzleri, hele bebek yüzleri, cennetin yeryüzündeki izdüşümü veya habercisi gibidir benim için.

Çünkü o yüzlerde, cennet denilince ilk anda akla gelen iki şey olanca berraklığıyla okutur kendisini: güzellik ve masumiyet...

Ve ne zaman bir çocuk yüzüne baksam, bir insanın sergüzeşt-i hayatı gözümün önüne gelir.

Bu yüzün yıllar geçtikçe ne hal alacağı, masumiyetin o yüzde ne oranda kalacağı, kalıp kalmayacağı kabilinden sorular eşliğinde, “Allah bu yüzdeki masumiyeti bozmasın” duası düşer kalbime.

Her çocuk yüzü, bu yönüyle, Haceru’l Esved’in bir hadiste haber verilen serencamını hatırıma getirir.

Kabe’nin duvarındaki o kapkara taşın cennetten yeryüzüne indiğini, indiği anda nur gibi bembeyaz olduğunu bildirmiştir kudsî nebi. Sonra insanların günahları yüzünden giderek karardığını söylemiştir.

Yüzler de, Haceru’l Esved gibidir.

Aydınlık olmayan, insana cenneti hatırlatmayan tek bir bebek yüzü yoktur.

Ama o yüzlerin bir kısmı, ilerleyen yıllarda bile masum, temiz, kirsiz ve günahsız kalırken, bir kısmı kararır, bir kısmı da kapkara bir hal alır.

Hayır; yitip giden ‘cemal-i suret’ değildir. Yüzün güzelliği öylece kalsa bile, ‘hüsn-ü sîret’in yokluğu, yani içteki o ruh kirlenmesi o zahirî güzelliğin ardında saldıran bir cehennem hissettirir. Yüz, kalbin aynasıdır çünkü.

Hâzır medeniyetin ‘güzellik’ adına her Allah’ın günü televizyondan gazeteye, sinemadan dergiye, billboard’lardan afişlere, her vesileyle ortaya döktüğü hangi yüze baksam, işte bu denklemi düşünür aklım.

‘Cemal-i sûret’e karşılık, ‘hüsn-ü sîret’i sorar.

O yüzü bebek haliyle, çocuk haliyle tahayyül eder.

O tahayyül gösterir ki, ‘cemal-i sûret’ öylece dursa bile, masumiyet gidince, cenneti değil cehennemi hatırlatan, cennete değil cehenneme çağıran bir güzellik kalmıştır geriye.

‘İsmetsiz bir cemal-i sûret’ kalmıştır.

Masumiyetini yitirmiş, kirli, günahlı güzel bir yüz...

‘İsmetsiz bir cemal-i sûret’in zıddı ise, ‘İsmetli bir cemal-i sûret’tir.

Ve bu karşıtlığı bana ilham eden, tefekkür ve tahassüsüne hayran olduğum bir mânâ güzelidir.

Kur’ân’dan, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan, kâinattan ve fıtrattan süzüp getirdiği tefekkürle, bize ‘hakikatin tenasübünden hasıl olan bir ‘hüsn-ü mücerred’ ziyafeti sunan Risale müellifi, tam da Otuzuncu Söz’ün ‘Ene’ bahsi gibi en merkezî risalelerden birinde, hayatının en merkezî ayrımlarından birini yaparken kullanır bu ifadeyi.

‘Ene,’ yani ‘ben’ algısı ki, ‘O’nu tanıtmak için insana verilmiştir.

Rabb-ı Rahîm’in esma, sıfat ve şuunatıyla tanımak için bir ‘kıyas unsuru’ olarak.

Emaneten.

Ama ‘Ene’yi aşıp ‘Hüve’yi bulan, ‘Ben’den ‘O’na ulaşan insanlar da vardır; ‘Ben’i ‘O’ zannedenler de.

İlk grubun insanları ‘O’na tâbi olur, ikinci grubun insanları ise aklını kendisini ‘tanrı’ zannettiği bir hayalî dünyanın içinde bulur.

İşte o iki yol, insana verilmiş üç temel duyguda zıt yönelimler husule getirir.

Birinci yolda, aklını Rabbi yolunda kullanmış nebîler, sıddîkler ve velîler görür insan; ikincisinde ise, aklını dalâlet yolunda kullanan maddeperest, tabiatperest, hatta ruhperestler vardır.

İlkinde gadab, yani ‘korunma’ duyusunu hayır yolda O’nun adına kullanan âdil hâkimler, melek gibi melikler çıkar karşımıza; ikincide ise kendisini ilahlaştıran nemrutlar, firavunlar ve şeddadlar.

‘Kuvve-i şeheviye’de de aynıdır durum. İlkinden, ‘hüsn-ü sîret’ sahipleri, ‘ismetli cemal-i sûret’ler, cömert ve keremkâr mü’minler zuhur eder; ikincide ise yüzündeki Allah vergisi güzelliği her türlü günahla ve her türlü kaprisle kirleten ilah taslakları... Allah her bebeğe merkezinde masumiyetin yer aldığı bir güzellik verir.

Yıllar ilerler, bazıları daha güzel bir hal alır, bazıları onlara nisbeten ‘fazla güzel’ gözükmez, hatta ‘biraz çirkince’ kalır.

Ama imtihanın hası, burada yaşanmaz.

Allah kimseyi onun elinde olmayan ve onun elinden gelmeyen ile yargılayacak değildir zaten.

Cennete güzeller alınacak, cehenneme çirkinler konulacak değildir.

Doğduklarında yüzlerine emanet verilen o cennet-misal masumiyeti elden geldiğinde koruyan ‘ismetli’ler cennete girecektir. ‘İsmetsiz’ler ise, cehenneme tevdi edilecektir.

‘İsmetsiz’lerin, istedikleri kadar ‘cemal-i sûret’leri olsun, bu dünyada sundukları da zaten cehennemdir.

Uzaktan onları görüp ağızlarının suyu akanlar arasından onlarla evlenmeye kalkanların tez zamanda boşanmanın yolunu aramalarının, kırılan boşanma rekorlarının, magazin sayfalarını süsleyen ‘en son sevgili’ muhabbetlerinin sebebi bu değil midir?