TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayvanlar Âleminden Hikmetler

Televizyonda yayınlanan hayvan belgesellerinden fena halde şikâyetçiyim. Kamerayı eline alan, doğruca aslanların yanına kapağı atıyor. Ondan sonra günlerce bekleyip, aksiyon sahnesini (av yakalama) çekince belgesel yaptıklarını zannediyorlar. Ortada belge falan yok oysa. Çarpıtılmış bir imaj var sadece. O da nedir? “Bu aslanlar harbiden krallar abi! Bir elleri yağda bir elleri balda. Akşama kadar yatıyorlar, sonra bir güzel ziyafet çekiyorlar.”

Hayvan günlerdir, belki de haftalardır açlıktan kıvranıyormuş; en son avladığı hayvanı sırtlanlara kaptırmış; sürünün hastalıklı bireylerini avlayarak aslında sürünün selâmetine hizmet ediyormuş; aslan olmak, hele ailenin lideri olmak genç aslanların saldırısına karşı açık hedef olmak demekmiş., kimsenin umrunda değil! Belgeselcide hikmet nazarı olmayınca, belgeselinde hikmet nereden olsun?

Hele, evrimci anlayışla çekilen (%90’ı böyle maalesef) belgeseller yok mu; sanki Allah’ın yeryüzünde sergilediği bütün âyetlerinin üzerini örtmekle vazifeliler. Onlara kalsa, her şeyin ortak bir Yaratıcısı yok. Peki ne var? “Ortak ataları.” Yani yaratılmışlar üzerinde görünen “ortaklığı” (birlik ve vahdeti) kabul ediyorlar. Ama onu Allah’a vermeyi nedense canları istemiyor! Onun yerine hayalî birtakım canlılara “ortak atalık” isnad etmeyi daha uygun buluyorlar.

Ardından, Allah’a giden yolları kapamak için tampon vazifesi gören sonu gelmez spekülasyonlar... Yok tesadüftü, yok rastlantıydı, evrimdi, mutasyondu, doğal seçilimdi... Hakikate türlü türlü takla attırma numaraları... Tek dertleri, tabiatta bir yaratıcıdan bağımsız olarak bir “mekanizmanın” var olduğunu ispat etmek! Yoksa, icad etmek!

Çelişki daha buradan başlıyor: Hem ‘tesadüf’ hem ‘mekanizma,’ yani belli bir mantığa göre çalışan sistem. Evrimcinin lügatinde bu ikisi kardeşçe yer alabiliyor nasıl oluyorsa?! Oysa, tesadüf kaos demektir, mekanizma ise bir düzen. Tesadüfün olduğu yerde mekanizmaya, mekanizmanın olduğu yerde tesadüfe yer yoktur. Ama evrimcinin midesi geniş, hazmediyor hepsini; yeter ki Yaratıcı devreye girmesin!

Halbuki ortalama akla sahip herkes, şu güzelim yeryüzünde hiçbir yaratılmışın güç yetiremeyeceği bir ilim, irade, kast ve kudret olduğunu kavrayabilir. Nereye baksa, bunu görür.

Kozmoloji, dünyada hayatın olabilmesi için neredeyse sonsuz sebebin bir araya getirildiğini haykırmıyor mu söz gelimi? Güneşe bir derecelik yakın olmamızın sıcaklıktan kavrulmamıza, uzak olmamızın donmamıza yol açacağını söylemiyor mu? Daha bunun gibi sayısız ‘ince ayarlar’dan söz etmiyor mu uzay bilimleri? Onca teknolojik ilerlemeye rağmen, NASA ve diğer uzay kuruluşları, bırakın hayatın olduğu bir gezegeni, rengi mavi olan bir gezegen bile bulamadılar. Hiç olmazsa bu, bize bir şey anlatmıyor mu?

Hayvanlar âlemine bakalım. Neresine başımızı çevirsek, inanılması güç hikmetler karşımıza çıkıveriyor. En başta, tüm bu olan bitenlerin bir ilimle, muhteşem bir planla gerçekleştiği görülüyor.

Gözleri ele alalım meselâ. Biz insanlar, sonradan yaratılmış ve akıl verilmiş bir varlık olarak, gözleri ‘görmek’ten önce gördük. O yüzden, zihnimizde sıra bakımından gözden, görmeye doğru gidiyoruz. Oysa, ilim planında tam tersidir; görmek, gözden önce gelir. Görme fiili ve ihtiyacı tasavvur edilmeden, göz yaratılamaz.

Evrimciye kalsa, kör tesadüf, şuursuz tabiat, amaçsız mutasyon bu gözleri ortaya çıkarmış. Onlar da ne yapsın, madem varız, bari görelim şu âlemde ne var ne yok deyivermişler... Orda durun bakalım, bu iş bu kadar kolay mı? Dünyanın tüm evrimci bilim adamları bir araya toplansın da, bir tane göz yapsınlar, bakalım yapabiliyorlar mı? O zaman konuşmaya belki hakları olabilir. Yoksa Allah’ın lütfundan mahlukâta hesapsız verdiği bu eşsiz hediyeyi öyle bol keseden hiç kimse haraç mezat sağa sola satmayı aklından dahi geçirmesin!

Devam edelim? Farz-ı muhal, görmeyi ve gözü ilim planında tasavvur ettiniz, hatta yaptınız da. Sıra onu takmaya geldi. Bir geyiğe, impalaya veya zebraya göz takılacak. Nasıl yapacaktınız bunu? Hayvanın açık otlaklarda kendini yırtıcı hayvanlardan koruyabilmesi için gözlerini başının her iki yanına takmayı akıl edebilecek miydiniz? Tabii, önce başını yuvarlakça değil de uzunca (neredeyse dikdörtgen gibi) tasarlamayı akletmeniz gerekecekti.

Veya aslan, kaplan, kartal, baykuş gibi yırtıcı hayvanların avlarının kendilerinden uzaklığını tespit edebilmeleri için gözlerini kafalarının ön tarafına yerleştirmeyi “Ben akıl ederdim.” diyeniniz var mı?

Yalnız, şartları doğru koyalım, doğru okuyalım. Şimdi bize gözlerin aynı eksende bulunmasıyla derinliği (mesafeyi) algıladığı bilgisi mâlum. Yani bilinen bir bilgi. Peki ama, tek bir hayvan dahi görmemiş olsaydık, yani yaratılışın sıfır noktasında olsaydık, böyle bir şeyi yine de tasavvur edebilir miydik?

Buna imkân ve ihtimal yok, çünkü yan yana duran iki gözün derinliği algılayabildiğini bile, biz gözler üzerinde yaptığımız araştırmalar sonucunda öğrendik. Nerede kaldı ki, gözler yok iken, böyle bir şeyi hayal edebilelim!

Bunların dışında yaratılış planında özel tasarımlı hayvanlar da var. Bir yırtıcı kuş olarak baykuşun da gözleri önde meselâ. Ve çok keskin bir görüş mesafesi vardır. Gelgelelim, bu hayvanın aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittirler. İlim planında düşünecek olsanız, bu durum hayvan için ciddi bir zorluk ve sınırlılık anlamına gelir.

Sanki (haşa!) yaratış belli bir noktaya kadar gelmiş de ondan öteye bir çözüm getirilememiş gibi bir manzara görünmektedir. Fakat ilmine nihayet olmayan o Kudret-i Ezelî, baykuşun gözlerinin hareketsizliğine karşılık, boynunu 270 derecelik alan içinde çevirebilme yeteneği bahşederek, bu yırtıcı kuşun da çevresini rahatça kontrol edebilmesini mümkün kılmıştır. Fesuphanallah!

Tabiatta bunun gibi daha milyonlarca tasarım harikası olan yaratılış numunelerine ve sistemik çözümlemelere rastlamak mümkündür. Meselâ, filler...

Şimdi bir kağıdın üstüne ilk defa bir fil resmi çizdiğinizi düşünün. İri gövdesi, kalın ve sütun biçimindeki bacaklarını çizdiniz. Her şey gayet güzel gidiyor. Sıra baş kısmını çizmeye geldi. Ama birden aklınıza geldi ki, bu hayvanın ne ön ayakları ne de başka bir uzvu, hayvanın ihtiyaç duyduğu ‘el’ fonksiyonunu yerine getiremiyor. Her dört ayağı da kaba ve hareketsiz kalıyor. Bir tek o iri cüsseyi taşımaya ve yavaş da olsa yürümeye yarıyor. Üstelik geriye bir tek yüzü kaldı çizilmemiş. Ne yapacaksınız? Acaba hayvanın burnu ile üst dudağının birleşmesiyle oluşan uzunca bir hortum çizebilecek misiniz? Çizebilir miydiniz? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin.

Hadi böyle bir hortum çizdiniz; o hortum sebebiyle nehirden su içemeyen hayvanın, suyu önce hortumuna ondan sonra ağzına boşaltabileceği fikri aklınıza gelir miydi?

Hadi bunu da düşündünüz. Tonlarca ağırlıktaki ağacın gövdesini taşıyabilen bu hortumun ucuna parmaksı bir uzantı yapmak suretiyle bir bezelye tanesini yerden alıp ağzına götürebilmesini de akledebilir miydiniz?

Dedik ya, tabiatta milyonlarca mucize yaratılış numunelerine rastlamak mümkün. Aslında yaratılmış olan her şeyde bu türden İlâhî mühürleri okuyabiliriz diye düşünüyorum.

Meselâ, kuşlar... Kuşların elleri yoktur. Ellerinin yerine kanatları varmış gibi durur, ama kanat hiçbir zaman elin yerini tutmaz. Onun apayrı bir yeri vardır. O zaman kuşların eli, nerededir? Yaratılışın sıfır noktasında olsaydınız, kuşların elini nereye takardınız?

İlmine nihayet olmayan Zât-ı Kerim, kuşlarda elin fonksiyonunu gagalar ve ayaklar arasında pay etmiştir. Kartal, şahin gibi yırtıcı kuşlar, avlarını pençeleriyle tutarlar ki, normalde bu bir elin yapacağı iştir.

Veya, serçe, güvercin gibi kuşlar, yiyeceği tohumu gagalarıyla (sertleştirilmiş ve ihtiyaca binaen değişik şekillerde biçimlendirilmiş ağızlarıyla) tutar ve sonra afiyetle yerler. Yani, onlar için de gagaları, elleridir.

Demek, Kudret-i Ezeli, kuşlarda el konumunda olan yere kanat takmış ama elin yaptığı işleri de diğer uzuvlara yüklemiştir. Bunun bir tek anlamı olabilir. O da, yaratma ilminde Allah’a zorluk yoktur. O her şeyi dilediği gibi yaratır ve her yarattığı mahluk, en mükemmel şekilde yaratılmış olur.

Şimdi bir anlığına düşünelim. Bir kağıda ilk defa bir kuş resmi çiziyor olsaydık, kanatlarını, ayaklarını, kuyruğunu çizdikten sonra, uzunca boynunun üstündeki küçük kafasının ön tarafına boynuzumsu bir gaga çizebilir miydik? Hani derler ya, tam on ikiden bir isabetle kuş gibi bir hayvana tam da ihtiyaç duyduğu gagayı bahşedebilir miydik? O gaganın el gibi kullanılabilmesi için uzunca ve esnek bir boyun tasarlayabilir miydik? Kuşun gövdesini ayakları üstünde bir sarkaç gibi öne arkaya hareket ettirerek rahatça eğilip doğrulmasını sağlayabilir miydik? Balçıkta batmadan yürüyebilmesi veya suda yüzebilmesi için ayaklarının arasına perde germeyi düşünebilir miydik? Böcekle beslenen kuşlara ince ve uzun, etle beslenenlere kancalı, tohumla beslenenlere konik gaga tasarlayabilecek miydik?

Yaratılışın sıfır noktasına indiğimizde, o kadar aciz kalıyoruz ki, anlatmak mümkün değil! Yoktan bir şeyi var etmek, o şeyin diğer şeylerle ve çevresiyle ilişkilerin dengeli bir zemin üzerine oturtmak daha ilim planında binlerce problemi gündeme getiriyor. İnsan aklımızla böyle bir durum karşısında, beynimiz düğüm düğüm düğümleniyor. Geriye ilmi ve kudreti sonsuz Rabbe karşı muazzam bir hayranlık ve O’nu tanıma isteği kalıyor.

Aslında o Zât, kendisini bize yarattığı eserlerle tanıtıyor. Çünkü her eser, sanatkârından haber verir, ondan bahseder. Meselâ, leş yiyen hayvanlar... Onların denizlerdeki temsilcilerinden biri olan köpekbalıkları... bize o Zât’ın Kuddüs ve Mutahhir (temiz, temizliği seven, temizleyen) olduğunu haber vermiyorlar mı?

Şimdi yine elinize bir kağıt alın. Daha önce çizmiş olduğunuz kocaman okyanusların içinde yaralı balıkları yiyerek okyanusları temiz tutacak bir balık türü tasarlayın. Bu balığın, durmaması lâzım. Çünkü okyanuslar çok büyük. O kadar büyük bir alanı dolaşabilmesi için o hayvanın devriye gibi sürekli yüzmesi gerekir.

Köpekbalıklarında bu ihtiyaç giderilmiş. Diğer balıklara “yüzme kesesi” konurken, buna yüzme keseleri konulmamış. Bu nedenle köpekbalıkları yüzmeyi bıraktıkları anda, ağır bir metal parçası gibi dibe çökerler. Dolayısıyla okyanuslarda “duran” bir köpekbalığı göremezsiniz. Bir devriye gibi sürekli hareket halindedirler.

Olmaz ya, bu sorunu çözdünüz diyelim. Peki yaralı veya ölü balıklar denizin dibine doğru çökerler. Dolayısıyla bunları yakalayacak hayvanın suyun kaldırma kuvvetinden en az şekilde etkilenmesi lâzım. Bunu nasıl başaracaktınız? Yüzme keselerinin olmayışı, bu sorunu da çözüyor. Bu sayede, hayvan su içinde dikey yönde oldukça hızlı hareket edebiliyor.

Hadi bunu da çözdünüz diyelim. Peki, bu balığın yaralı hayvanların yerini tespit edebilmesi için nasıl bir çözüm ortaya koyacaktınız? Hemen aklınıza görme yetisini keskinleştirmek mi geldi. İyi ama bu durumda köpekbalığı gözünün gördüğü tüm balıklara saldırabilirdi. O sebeple, Kudret-i Ezelî, köpekbalığına keskin bir görme yeteneği bahşetmemiş. Onun yerine tam da ihtiyaca cevap verecek bir yetenek bahşetmiş: “Kan kokusuna duyarlılık!”

Gerçekten de köpek balıklarının koku alma duyuları çok iyi gelişmiştir. Kan kokusunu 3 km. uzaktan alabilirler.

Bunun yanı sıra, bu hayvanların işitme duyuları da çok iyidir. Vücutlarının yan tarafında bir çizgi şeklinde bulunan ve “yanal organ” denen duyu organlarıyla manyetik alanları algılayabilir, yön tayini yapabilir (özellikle bulanık suda) ve en önemlisi, yaralı bir balığın çıkardığı titreşimleri saptayabilirler. Fesuphanallah! Seni yarattığın hayvanlar adedince tesbih ederiz!

Şimdi, eminim bazıları, “Canım bırak bu bahsettiğin hayvanları, kusurlu (!) hayvanlara gel biraz, bize onları anlat bakalım!” diye geçiriyorlardır zihinlerinden. Meselâ tavuklar... Tavuklar kanatları olduğu halde neden uçamıyorlar? Burada bir kusur, bir eksiklik yok mu?

Evet, var! Ama buradaki kusuru da Allah bilerek yaratıyor. Çünkü eğer o Zât-ı Hâkim, bu dünyada her yarattığını tam ve mükemmel yaratsaydı, her şeyi tabiattan, hücreden, zerreden bilenler, bu sapkın düşüncelerine iyice saplanıp kalırlardı. Derlerdi ki, “bu tabiat mekanizmaları, bir fabrikanın dişlileri gibi tam ve kusursuz işliyor!” Demezler miydi? Hiç kuşku yok, derlerdi!

Belli ki Allah uçmayı kanattan, yürümeyi ayaktan, görmeyi gözden bilmemizi istemiyor. Sebepler zincirinde ve nev’in ferdleri arasında kusurlar bırakıyor ki, insanlar kafalarını yukarı kaldırıp yüce Yaratıcıya baksınlar, O’ndan gafil olmasınlar!

Üstelik, bu kusurlar (!), yine de abesiyete düşmüyorlar. Meselâ tavuklar... Allah kuşların kahir ekseriyetine kanatlarıyla uçmayı nasip etmişken, tavuktan bunu esirgemiş. Peki esirgemiş de ne olmuş?

Tavuklar, insanların beslenme zincirinin en önemli halkalarından birisi olmuş. Kastın bu olduğu, bu hayvanların neredeyse yılın 10-11 ayı her Allah’ın günü yumurtlamalarından belli değil mi?

Sözün özü, şu yaratılış sergisinde gördüğümüz her bir eser, kendine has mucizevî özellikleriyle bize O’ndan haber veriyor, O’nu tanıtıyorlar.

İlim planında görünen bunca hikmet, bunca irade ve kast, elbette kör tesadüfün, şuursuz tabiatın, akılsız atomaltı parçacıklarının, amaçsız mutasyonların... işi olamaz.

Allah’ı inkâr etmek gibi özel bir gayreti olmayan ve ortalama bir akla sahip olan her insan, bu hakikati görebilir, anlayabilir.