TR EN

Dil Seçin

Ara

Aklım Bana Yeter mi?

Ben çok şikâyetler dinledim, ama bugüne dek “Midem bana yetmiyor” diyeni görmedim. El, ayak, göz, kulak, dil gibi organlarımız da bize yetiyor. Bir sakatlık olmadıkça, ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyoruz onlarla...

Akıl da kendinden bekleneni yapacak düzeyde. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir kuşkusuz. İnsan, kendi aklını beğenmeseydi acı çekerdi...

Aygıtlarımızın, organlarımızın, yetilerimizin bir temel özelliği daha var: Yapabilecekleri görev sınırlı... Gözü düşün şimdi... Sınırlı uzaklıktaki cisimleri net olarak görebiliyor. Kulak, belli çizgiler içindeki sesleri işitebiliyor. Kol, ancak gücü kadar yük kaldırıyor. Öbür organlarımız da bunlar gibi... Görünen organlarımızdaki bu sınırlılık görünmeyenler için de geçerli... Duygularımız birer terazi gibi. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata veriyorlar.

 

Akıl da bir terazi... Onunla anlamları tartar, gerçekleri bulmaya çalışırız. Anlamlar aklın sınırlarını aşıyorsa, akıl ya hiç görev yapamıyor ya da yanılıyor. Gerçekler uzak, ince, derin, yüksek ise akıl gözü görmez oluyor. Bozulması, özelliklerini yitirmesi de mümkün. İşte, aklın bu güçsüzlüğü nedeniyle “nakil” devreye giriyor... Gerçekler tanımlanıyor ilahi kitaplarla... Vahiy nurudur ki karanlık anlam dünyasını aydınlatıyor, uzağı yakın ediyor. Göz için ışık neyse, akıl içinde vahiy o...

Karanlık, büyük, önceden bilinmeyen bir salon hayal et... Orta yerine bir fil koyalım. Hayatında fil görmemiş, filin nasıl bir varlık olduğunu işitmemiş bir düzine insanı salona gönderelim. Hepsi de akıllı, bilgili insanlar... Onlardan, fili bize tanıtmalarını isteyelim. Salona girdiklerinde yapabilecekleri tek şey, fili el yordamıyla tanımaya çalışmak olacaktır.

Biri, filin bacağını tutup, “Fil bir direktir” diyecek. Diğeri, hortumuna sarılacak, “Fil bir borudur” diyecek. Bir başkası, dişine yapışacak “Fil uzunca bir sopadır” diye bir tanım yapacak... Bunlar, dokundukları kısmın fil olduğuna kuvvetle inanacaklar... Başkalarının sözlerine hata gözüyle bakacaklar... İçlerinde file dokunma fırsatını bulamayanlar da bulunacaktır elbet...

Sonra bir adam daha girsin salona... Bilgisi az, düşünmesi sınırlı bir adam... Ama salonun lambaları yanıyor bu kez, fil ortada görünüyor apaçık... Bu adamdan da fili tanımlamasını isteyelim... Ötekilere oranla daha doğru bir tanım yapabilecektir kuşkusuz...

Yalnız “kafa yordamıyla” yürüyen felsefeciler de örnekteki adamlara benziyor işte... Evren de büyük bir salon... Akıl gözünün görmesi sınırlı. İlahî nurla aydınlanmayan akıl güçsüz, çaresiz. Filozof, gerçeğin bir yönünü yakalıyor, “Buldum!” diyor... Eline geçenin “tam gerçek” olduğuna inanıyor... Başka felsefecilerin yanıldıklarını söylüyor...

 

Her filozof kendinden öncekilere aykırı bir duruş sergiler, onları eleştirerek işe başlar... Her konuda aynı kanıyı paylaşan iki filozof yok gibidir. Küçük gerçek kırıntıları üstünde bile büyük kavgalar olmuş, oluyor. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan fikirler ileri sürenlerin sayısı bir hayli kabarık...

Peygamberlerse vahyin nuruyla bakarlar... Gerçekleri yaratan tanımlamaktadır onları... Apaçık bildirmektedir elçilerine... Elçilerin izinden gidenler de bilebilmektedirler bu gerçekleri... İlahi kaynaktan beslenenler birbirlerini reddetmezler... Aynı noktaya parmak basar, temel gerçeklerde birleşirler... Aynı yolun yolcusudurlar çünkü... O yol ise, yolcularını tam gerçeklere götürür.

Bilgin olmayan bir mümin akıllı bir düşünürden daha çok tanıyabilir gerçeği... Çünkü imanın nuruyla bakar, hakkı görenlere güvenir, hakikat yolunda yürüyenlerin ardı sıra gider... Salona giren son adam gibidir... Kur’an’ın aydınlık ortamında bakmaktadır her şeye.