TR EN

Dil Seçin

Ara

Modern Zamanlarda İslâm’ın Rolü

İslâm tüm insanlığı dönüştürme iddiası taşır. Günümüz küresel dünyasında bu iddia nasıl gerçeğe dönüşebilir? İslâm’ın modern dünyada üstleneceği rol ne olmalıdır?

İslâm sadece belli bir kavme inmemiştir; tüm insanlığı dönüştürme iddiasını baştan beri dile getirmiştir. Bir bakıma İslâm, İshak aleyhisselâm vasıtasıyla gelen Musevilik ve Hıristiyanlık dairesini genişleterek evrensel bir seviyeye yükseltmiştir. Hacer annemiz Mısırlı olduğu için, Yahudi olmayan dünyaya açılmak onun çocuklarına nasip oldu. Rembrant, ünlü resminde Hacer ve İsmail’in evden kovuluşunu tasvir ederken, Sara’yı geri planda yaşlı evde oturan bir figür olarak betimlemiş. Hacer’i ise oğluyla birlikte sonsuz ufka doğru yürür şekilde çizmiştir.

Peygamberimiz de, bir hadiste “Her peygamber kendi kavmine gönderilmiştir, ama ben tüm insanlığa gönderildim.” buyuruyor. Bu ifadenin gereği, yeryüzünün İslâmî olarak kuşatılmasıdır. Arap kökenine rağmen, geçmişte hiçbir medeniyet İslâm’ın kucakladığı ölçüde diğer kültürlere kucak açmamıştır. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin asıl mucidi Müslümanlardır. Ümmetin renkliliği, Mübarek Peygamberin şanının bir yansıması aslında. Kur’an’da “Soyu kesik olanlar sana buğz edenlerdir” buyrulması, onun soyunun ne kadar bereketli olacağını işaret etmiştir. Bu çok renkli ümmet, aynı zamanda, İslâm’ın kültürleri yok etmeyi amaçlamadığını, onları terakki ettirmeyi hedeflediğini kanıtlıyor. Nitekim, Hint altkıtasına mimariyi, mutfağı, müziği ve dilleri terakki ettirerek çok büyük bir bereket ve canlılık getiren İslâm’dı.

Özgüvenle ifade etmek gerekirse, İslâm’ın evrensel davası henüz sürecini tamamlamamıştır. Bugün İslâm’ın önünde kuşatması gereken daire, ‘küresel kapitalist dünya’dır.

Müslümanlar olarak biz her kültürün vahiy karşısında mesul olduğuna inanıyoruz. Buna modern liberal tüketim kültürü de dahil. Dolayısıyla, modern dünyanın illa Araplaşmasını sonuç vermeyecek bir İslâmî tarzın mümkün olması gerektiğini düşünüyorum. “İslâm ve Batı modernliği birbiriyle diyalog kuramaz, birbiri içinde yaşayamaz!” şeklindeki fikir, vahyin evrensel özelliği ve bunun İslâm tarafından teminat altına alındığı hatırlandığında hiç de kabul edilebilir gözükmüyor.

İslâm çok sesli bir dile sahiptir. İslâm korkusu yaşayan eğitimli Batılılar, sadece totaliter ve aşırı tınılara kulak verdikleri için İslâm’ın çoksesliliğini yeterince duyamıyorlar. Evet, itikadda biz Müslümanlar bir olmaya çalışırız, ama fıkıhta farklı anlayışlara sahibiz. Ortaçağ’da bile İslâm dairesi içinde farklı mezhepler birbirlerini tasdik ediyordu. Müslüman aklın ortaçağdaki en büyük ahlâkî ve yöntem başarılarından birisi buydu. Aslında, büyük bir dinin mezhepten farkı, bu tür dinî farklılıkları taşıyabilmesidir.

İslâm’ın sahiciliği, onun çok yönlülüğünden ileri gelir; hakikatin tek bir izahı olduğu kabulü İslâm’a terstir. Avrupalı siyasetçiler İslâm ile Hıristiyanlık arasında bir “demir perde” inşa etmek istiyorlar. Çünkü İslâm’ın, komünizm gibi sakınılması gereken bir ideoloji olduğunu düşünüyorlar.

Asıl trajedi, bazı müslüman kardeşlerimizin de bu görüşte olması. İslâm’ı bir ideoloji olarak tanımlamaktan mutlu olanlarımız var aramızda. Yirminci yüzyılda bazı İslâm yorumlarının Avrupa ideolojilerine benzediğini inkâr etmek mümkün değil. Oysa “siyasal” ile “İslâm” kelimelerinin beraberce kullanılamayacağı, İslâm’ı biraz araştıranların bile fark edebileceği bir gerçek. İslâmî ve İsmailî mesaj, özünde özgürleştiricidir ve bu yüzden baskıya şiddetle karşıdır.

Galiba asıl sorun, biz Müslümanların yanlış kişilerce temsil ediliyor olmaları. Bu kişiler yüzünden İslâm’ın evrenselliği iyi temsil edilemiyor. Bu işi en iyi yapanlar, yine, camiye devam eden mutedil Müslümanlar. Bu Müslümanlar yerel ve küresel gerçeklerle belli bir uyum içinde yaşıyorlar.

İslâm’ın modern dünyada üstleneceği rolü tespit etmek için yaşadığımız çağı iyi analiz etmek durumundayız. Bu çağ, aşırılıkların çağıdır. Yirminci yüzyıl, Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, özellikle böyleydi. İslâm da bundan nasibini aldı. Müslümanlar ya liberalizme ya da heyecanla aşırılıklara savruldu. Halbuki liberalizmin olduğu yerde, İslâmî denebilecek hiçbir şey kalmaz geride. Aydınlanma’da olduğu gibi din özelleşir ve tüm dünya, iktisat önderleri ve demegogların insafına terk edilir.

İslâm, kendi kaynakları itibariyle, liberalliğe de aşırılığa da izin vermez. Bununla birlikte aşırılık daha tehlikeli ve muhtemelen daha zarar verici bir seçenektir. Buharî ve Müslim her ikisi de Hazreti Ayşe’den şöyle bir hadis nakleder: “Allah her şeyde itidali sever.” Müslim ayrıca İbn Mesud’dan şu hadisi aktarır: “Aşırı gidenler helak olacak” (halaka’l-mutanatti’un).

Vahiy her zaman orta yolu öğütler. Aşırı gidenler, her halükârda başarısız olacaklardır. Din şemsiyesi altında tuttuklarından daha çok sayıda insanı, dinden soğutacaklardır. Makul olan seçenek, modern dünyanın gerçekliği içinde ama bu dünyaya muhalefet ederek, İslâm’ın nebevî tarzda sunuluşudur. Bu modern dünyada hangi boşluğu doldurabileceğimizi görmek de aslında hiç zor değil.

Postmodern ilahiyatçıların ifade ettiği gibi Aydınlanma, kalıcı ve kuşatıcı bir fazilet dairesi oluşturmada başarısız oldu. David Hume bu problemi şöyle ifade etmişti:

“Eğer neden devlete vergi veriyorsunuz diye sorulursa, derim ki ‘çünkü toplum başka türlü ayakta kalamaz.’ Bu yanıt herkes için açık ve makul bir cevap. Sizin bu soruya cevabınız, ‘çünkü verdiğimiz sözü yerine getirmeliyiz’ olabilir. Fakat hiç kimse, biraz felsefî derinliğe ulaştıktan sonra, bu iki cevabı da hem tam olarak anlamlı bulmaz hem de beğenmez. Ve “neden sözümü tutmak zorundaymışım ki?” diye sormaya başlar. Böylece sözümüzü yerine getirme mecburiyetimizin tekrara düşmeden anlamlı bir gerekçesini izah edemez hale geliriz.”

Neden sözümüzü tutmak zorundayız? Neden ahlâkî kurallara saygılı olmalıyız? Din, bu sorulara seküler ahlâktan çok daha inandırıcı cevaplar verebilir. Çünkü Aydınlanma, dünyayı bilmek için kendimizi bilmek zorundayız ilkesini çöpe attı. Aklı yeterli gördü; ahlâkî ve manevî terakkinin bir ön şart olmadığını önerdi. Bilginin kişisel terakkiyle eşzamanlı olması gereğini rafa kaldırdı.

Din, işte bu ölümcül zafiyete bir çözüm önermektedir. Hayata kattığı hikmet kareleriyle toplumda fazilet için tatmin edici bir altyapı hazırlayabilir din. Bu fazileti şahsiyetlerinde taşıyan kültürel ve siyasi liderler üretebilir. Elbette bazen aksaklıklar olabilir. Ama yine de Aydınlanma paradigmasının çöküşü, çözümün dinî olması gerektiğine işaret ediyor. Aydınlanma’nın ahlâkî temelde bir hükümet ve kültürel rehberlik oluşturamayacağı artık çok açık.

Ayrıca Lindbom gibi Batılı Müslüman fikir adamlarının çoğunun tasavvuf cazibesiyle dine yönelmiş olması da hiç tesadüf değil. İdeolojik İslâm sadece Avrupa’da yabancı düşmanlarının sayısını arttırıyor. Bunun dışında İslâm hakkında hiçbir olumlu izlenim vermiyor.

Bizim nezaket sahibi ve kuşatıcı bir dine ihtiyacımız var. Çatışmayı öne çıkaran bir din modeli, Batı dünyasına da, İslâm’a da zarar veriyor. İslâm’ın maneviyattan soyutlanmış biçimde okunması ve ilahî boyutlarının geri plana itilmesi, sadece liberal ya da aşırı tipte insanlara yol açar. Ve her ikisinin de, ihtiyaca cevap vermediği geçmiş dönemde görüldü.

(Abdülhakim Murad)