TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir İletişim ‘Üstad’ı

Çok konuşuyoruz. Ama bu, çok iletişim kurduğumuz anlamına gelmiyor. Dinlemesini bilmiyoruz çünkü.

İletişim uzmanlarının da belirttiği gibi, bir iletişimde dinleyici olmak çoğu kere konuşmacı olmaktan daha zordur. Konuşmacı, dilin kemiği olmadığından (ve utanması da yoksa) rahat rahat saatlerce kendisi hakkında konuşabilir. Dinleyici ise daima kendi benliğini aşmak zorundadır karşısındakini dinleyebilmek için.

Bu zorluk nedeniyle belki de, günümüzde insanlar dinleyici olmaya değil, konuşmacı olmaya eğilimliler. En azından gönüllerinde yatan aslan, iyi bir konuşmacı olmak, ama asla iyi bir dinleyici olmak değil! (Televizyondaki tartışma programlarına bir de bu gözle bakılabilir.)

Aslında iletişim, “dinlemek”le başlar. Karşınızda dinleyici yoksa, konuşmanın bir anlamı yoktur. Karşınızda biri var, ama dinleyici değilse, konuşmanın yine bir anlamı yoktur. İletişimi başlatan şey, bir kalbi iki kulağı olan ve onları kullanmaya niyetli bir dinleyicinin varlığıdır. İletişim, dinleyici ile başlar. Hareket ona doğru olduğu için, hareketi başlatan da odur.

Fakat nasıl olmuşsa, günümüzde iletişimin merkezine “konuşmacı” oturmuş. Belki de iktidar ve çatışma fikrinin akla hâkim olması, konuşmacıyı, konuşma eylemini öne çıkarmış. İnsanların sürekli konuşmak sûretiyle karşıdakini susturma çabası içine girmelerinin, anlaşılır başka bir izahı var mı?

Amaç iletişim kurmak yerine üstünlük kurmak olduğunda, “konuşmacı koltuğu” her zaman insanlara daha cazip gelir. Burada kurban edilen ise, bizzat iletişimin kendisidir.

Fakat tüm bunlar dinlemenin ve dinleyicinin önemini azaltamaz, hem de hiçbir zaman! O yüzden konuşmanın yüceltildiği zamanımızda bile, insanlar “iyi dinleyiciler”e (psikolog ve psikiyatrlara) ücret vermeye razı olurlar.

Bunun bize fısıldadığı gerçek ise şudur: İnsanlar konuşmaya ihtiyaç duymazlar. İnsanların asıl ihtiyacı “anlaşılmak”tır (Konuşmak onun vasıtasıdır). İnsan konuştuğunda değil, anlaşıldığında varlığının çoğaldığını hisseder. Anlama kapasitesine sahip iyi bir dinleyicinin önemi de işte bu noktada ortaya çıkar.

 

İyi bir dinleyici nasıl olunur?

İyi bir dinleyici olmanın ilk şartı, kişinin öncelikle kendisini dinleme yeteneğine sahip olmasıdır. Bu alanda kendini ne kadar geliştirmişse, karşısındaki insanı da o kadar iyi dinler ve anlar. Başka bir ifadeyle, karşımızdaki kişinin konuşmalarını kendi bilgimizin ötesinde anlayamayız. Anlama kapasitemiz, her şeyden önce, kendi çapımızla ilgili bir şeydir. Bu hâl, Mevlânâ Hazretlerinin meşhur deyişini akla getiriyor: “Bir okyanusu kovaya boşaltırsanız, kova cürmü kadarını alır.”

Gelgelelim, insanın “kalp kovası” başka kovalara benzemez. Bu kova öyle olur ki koca bir okyanusu değil, tüm masivayı (yaratılmış her şeyi) içine alabilir. Yeter ki kişi Rabbini bilmek suretiyle kendisini bilebilsin. Zira Rabbini bilen bir insan, mahlûkâtın her türlüsüne kucak açabilecek bir “kalp genişliği”ne kavuşur. Onun nazarında varlık, böylece bir bütünlüğe ulaşır. Şeytan dahi bu bütünlük algısı içinde kendisinin anlaşılabileceği bir makama sahip olur. “Ülke dışına” değil, en fazla aynı düzlemin “karşı kutbuna” gönderilir.

Eğer dinleyenin kalbi bu seviyeye çıkmadıysa veya kalp ülkesi bu sınırlara kadar genişlemediyse, konuşmacı istediği kadar konuşsun. O, bu ülkenin sınırlarından içeriye giremez. Dolayısıyla konuşan, dinleyen tarafından gerçek anlamda anlaşılamaz. Anlaşılamadığı için de, maalesef hakiki bir iletişim gerçekleşmemiş olur.

O halde iyi bir dinleyici olmanın esaslarından birini şu şekilde ifade edebiliriz: İyi bir dinleyici, Rabbinin lütfettiği şefkat nazarıyla bakabilen ve konuşanı o nazarla dinleyebilen kişidir. Günümüz iletişim uzmanlarının ısrarla üzerine vurgu yaptığı “empati gücü”nün asıl kaynağı da, işte bu ilâhî sevgi ve şefkat nazarıdır.

 

İyi bir konuşmacı nasıl olunur?

İyi bir konuşmacı olmanın yolu da, yine iyi bir dinleyici olmaktan geçer. Çünkü iyi bir dinleyici konuştuğu zaman, karşı tarafla empati kurma yeteneği olduğu için, “muhatabına göre” konuşur. Muhatabına göre konuşmak, iyi bir konuşmacının olmazsa olmaz şartıdır.

Fakat buradaki “muhatabına göre” konuşma, halk arasında sözü edilen “nabza göre şerbet vermek” deyişinde olduğu gibi karşı tarafı ikna etmek adına lafa yalan dolan karıştırmak demek değildir. Gerçekten “muhatabına göre” konuşmaktır.

Söz gelimi, bir gence hiç cehennemden bahsetmeyip sadece cennetin güzelliklerinden bahsetmek, muhataba göre konuşmak olmaz. Çünkü genç, kendisinin dahi kontrol edemediği taşkın duygularıyla tecavüz etme eğilimindedir. Bu eğilimi bilen bir konuşmacı, gence onun hâline uygun şekilde cehennemin ikaz edici hususlarından bahseder. Böylece onun kendisini kontrol etmesine yardımcı olur.

Aynı şekilde bir çocuğa da cehenneme vurgu yaparak konuşmak muhataba göre konuşmak değildir. Cehennem vurgusu, çocuğun narin ruhunda henüz kaldıramayacağı bir yüktür. Ona cennet müjdeleri ve tesellileri lazımdır. Çocuğu muhatap alarak konuşmak bu müjde ve tesellilerden bahsetmekle olur.

Sonuç olarak, ister dinleyici ister konuşmacı rolüyle olsun iyi bir iletişimci, muhatabını dikkate alan, onunla empati kurabilecek bir iç derinliğine (ferasete) sahip olan ve neticede muhatabını anlayabilen birisidir. Muhatabında anlaşılma hissi yaşatamayan bir iletişimci, iyi bir iletişim kuramamış demektir. (Daha önce değinmiştik: İletişimden maksat “anlaşılmak”tır.)

İyi bir iletişimci (Bu kelimeyi en geniş anlamıyla kullanıyorum), varlığın en alt düzeyinden en üst düzeyine kadar her türlü mahlûk ile iletişim kurabilir. Yeri gelir, gözüne ilişen bir bitkiyle iletişime girebildiği gibi, yeri gelir insanların en seçkinleriyle de kalp kalbe konuşabilir. Çünkü o, varlığın hiyerarşik mertebelerinden (taş, bitki, hayvan, beşer, insan, halife-i arz...) geçmiş, yukarılara tırmanmıştır. Aşağı mertebelerde nelerin yaşandığını, nelerin hissedildiğini, nelerin sorun edildiğini bilir. Büyük zâtların, karşısındaki muhatabının içinden geçirdiğini bilmesi de bu cümledendir.

 

Bediüzzaman’dan iletişim örnekleri

Çevresini çizmeye çalıştığımız bu yaklaşım içinde baktığımız zaman, Bediüzzaman Said Nursi’de sayısız parlak iletişim başarısı örneklerine şahit olabiliriz.

Söz gelimi, ahirete iman, dinimizin temel rükünlerinden biridir. Pek çok İslâm âlimi bu konuyu “ebedî saadet” çerçevesinde ele almıştır. Bediüzzaman da, ahirete imanın ebedî saadete giden yol olduğuna değinmiştir elbette. Ama o, bunun yanı sıra, karşısındaki muhataplarının dünya saadetiyle de yakından ilgili olduklarını bildiği, onlarla bu noktada empati kurabildiği için, ahirete imanın “dünya saadeti”nin de bir numaralı lâzımı olduğunu göstermiştir Nur Risalelerinde. Ve bu bakış açısıyla, ahirete imanın şu dünyada toplum hayatı içinde huzur ve mutluluk reçetesi olduğunu başarıyla izah eden Üstad, çocukların ahirete imanın bir cüzü olan cennet fikriyle teselli olabilecekleri, gençlerin yine ahirete imanın bir parçası olan cehennem fikriyle terbiye olacakları, eşlerin ise ancak ahirete imanın verdiği ebedi bir hayat fikriyle gerçekten samimi olarak birbirlerini sevebileceklerini (yaşlandıklarında da birbirlerine “ebedi refikası” nazarıyla bakabileceklerini) açıklamıştır.

Yine, Üstad’ın “daire dışı”nda olan insanlarla iletişiminde de pek çok parlak örneğe rastlamak mümkündür. Meselâ kendisi bugünkü anlaşıldığı şekliyle milliyetçilik hakkında çok da olumlu bir kanaat taşımadığı (bunun Avrupa menşeli bir frenk illeti olduğunu düşündüğü) halde, milliyetçiler ile iletişim kurduğunda onlara “Milliyetçiliği bırakınız” dememiştir. Bunun yerine, “Ey Türk Kardeş! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan, mahvolursun. Bütün senin geçmişteki gurur duyduğun şeyler İslâmiyet defterine geçmiş. Bunları, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle kalbinden silme,” demiştir. Üstad böyle demekle, kendi düşüncesinden geri adım mı atmıştır?

Elbette hayır. Burada iki şeyi birbirinden ayırmak lâzımdır: Üstad, herhangi bir konuyu teorik düzeyde kendi iç dünyasında (hakikatin yüksek hatırı adına) en çetin “kıstas”lara tabi tutarak irdelemiştir; buna kendi gücü yetecek düzeydedir. Fakat, aynı konuyu bir başkasına anlatırken muhatabın “algılama düzeyi”ni dikkate almıştır. Söz gelimi, “Ey Türk Kardeş! Bu milliyetçilik fikrini bırak” dese, dinlenilmeyeceğim biliyordu. Çünkü milliyetçilikteki (onun ifadesiyle) “gafletkârâne lezzet ve şeametli kuvvet” in yerine iman lezzeti ve imandan gelen kuvvet konulmadan, hiçbir milliyetçi, milliyet fikrinden vazgeçmezdi. Ona öyle bir şey demek lâzımdı ki, hem kutsal saydığı fikrine doğrudan ilişilmiş olmasın, hem de hakikate doğru adım atmasına yardımcı olunsun. Üstad’ın yaptığı da tastamam buydu. Hem hakikati hem de muhatabı incitmemek!

(Burada hakikat de incinmemiştir, çünkü Üstad’ın “müsbet milliyetçilik” diye ifade ettiği fikirle anlatmak istediği, İslâmiyet şemsiyesi altına girmiş bir milliyetçilik anlayışı idi).

Bediüzzaman’ın parlak iletişim başarılarına bir başka örnek, mahkemelerde veya siyasilere yönelik yaptığı konuşmalarda kendisini gösterir. “İnsanları çevresine toplayarak bir çeşit gizli örgüt kurduğu ve toplumsal huzuru ve asayişi bozduğu” şeklinde aslı astarı olmayan iddialar karşısında, Üstad kızıp öfkelenip saldırgan bir üslup içinde kendisini kaybetmediği gibi, yine kızgınlıkla küserek içine de kapanmamıştır. Bunun yerine mutedil bir çizgide çok başarılı bir iletişim kurmuştur. Bir yandan “Mahkeme niyete değil ele bakar” gibi ölçülerle yargıç ve savcılara adaleti ders verirken, öte yandan eğer gerçek maksat asayiş ve huzur ise bunu pratik hayatta Risale-i Nurları okuyarak onu kendisine rehber edinenlerin gerçekleştirdiğini (bu kişilerin kayıtlı suçlarda isimlerinin olmadığı delilinden hareketle) ifade etmiştir.

Yine, Üstad’ın parlak iletişim başarılarından birisi de, Nur Risaleleri’nde görülen “terbiye metodu”dur. Eski devirlerde âlimler, etrafındakileri nefis terbiyesi adına azarlardı. “Nefsinin arzularına boyun eğen şahsiyetsiz adam!” “Bayağı zevklerin kölesi iken nasıl Rabbine köle olduğunu iddia ediyorsun?” gibi son derece sert ifade ve ithamlar kullanarak, onların aşırılıklarını terketmesine ve doğru yola girmelerine çalışırlardı. Elbette bunda, o devirlerde İslâm’a ve âlimlere saygının yerleşik olmasının rolü de vardı. Dine doğrudan hücumların olduğu ve nefisperestliğin alabildiğine at koşturduğu bu zamanda ise, böyle bir metodun işe yaramayacağını Bediüzzaman, hepimizden çok daha iyi gördü. O bakımdan, muhataplarının kalbine onların nefislerini karşısına almadan ulaşmanın hem şefkâtli hem de akıllıca bir yolunu buldu: “Bil, ey nefsim!”

Üstad’ın terbiye metodu, “Bil ey nefsim!” metoduydu. O, söylediklerini ilk ve en önce kendi nefsine söyledi. Doğrusu, nefsi şişkin muhataplarını daha baştan kaybetmemek için bundan daha iyi bir iletişim dili bulunamazdı. Bu noktada Üstad o kadar dikkatli idi ki, muhataplarına hitap ederken bile, “...anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle!” demeyi uygun gördü. “...Anlamak istersen” ibaresiyle muhatabının ihtiyar ve iradesine saygı göstermesi, onun muhatabına şefkatinin; ve hakikati boşluğa değil, bir muhataba anlattığının ne kadar şuurunda olduğunun çarpıcı bir delilidir.

Aslında Nur Risaleleri’nin tamamı da, bu açıdan bakıldığında, parlak bir iletişim başarısı olarak görülebilir. Belki de Üstad’ın en büyük iletişim başarısı, Nur Risaleleridir dense yanlış olmaz. Zira Kur’ân âyetlerinin anlaşılması için yazılmış bir tefsir çalışması olarak tarif edilebilecek olan Nur Risaleleri, kelam ilmi sınırları çerçevesinde kaleme alınmış standart bir tefsir değildir. Hâlbuki Üstad o türden bir tefsir yazabilecek bir âlimdi. Nitekim Doğu Cephesi’nde Rus ve Ermeniler ile savaşırken savaş meydanında talebesine kaleme aldırdığı İşarat’ül İcaz adlı yarım kalmış bir tefsir çalışmasına başlamıştı. Sonradan o çalışmasına dönebileceğini düşünürsek, Üstad’ın bilinçli bir şekilde o tefsir çalışmasını tamamlamadığı da söylenebilir. Acaba neden o çalışmasına devam etmedi de, Nur Risalelerini yazdı?

Bunun değişik açıklamaları olabilir. Ama akla gelen en mantıklı açıklama şudur: Standart tefsir çalışmalarının hiçbirinde muhatap öncelikle dikkate alınmaz. Standart tefsir çalışmalarının esas muhatabı, bizzat ilimdir. O çalışmaların alıcıları da ancak o ilim düzeyine çıkarak o eserden istifade ederler. Bediüzzaman Said Nursi ise, belki de ilmin en yüksek derecedeki eseri olan bir tefsir çalışmasını bile, muhatabının anlayış ve algılama seviyesine indirmeyi, iletişim kuruyor olmanın en başta gelen şartı olarak gördü. Ve Nur Risaleleri’ni bu anlayış çerçevesinde kaleme aldı. Allah en iyisini bilir.

Üstad’ın parlak iletişim başarıları elbette burada sözü edilenlerle sınırlanamaz. Bu konuda daha pek çok örnekler sunulabilir. Ama bu kadarı bile, herhalde onun başka büyüklükleri yanında aynı zamanda ne kadar büyük bir “iletişim üstadı” olduğunu da göstermeye yeterlidir. İletişimin inceliklerini ve sırlarını keşfetmek isteyenlere duyurulur!