TR EN

Dil Seçin

Ara

Mehtaplı Bir Gece

Sekiz yaşındaydım. Bir ilkbahar gecesi, ansızın uyanıverdim. Gözlerimi açar açmaz, sihirli bir ışığın odama dolmuş olduğunu farkettim. Mehtaplı bir gece idi ve ay, gümüş bir tepsi gibi gökyüzünden gülümsüyor, o gülümsedikçe gecenin siyah kadife tenine inci renginde bir ışık yansıyordu. Odamın pencerelerindeki perdeler ardına kadar açık olduğu için, bu sihirli ışık şöleninden nasibimi almıştım. Bilmem ki, mehtabın ışığı insanı uyandırmaya yeter miydi? Ama ben uyanmıştım ve iyi ki de uyanmıştım.

Doğrulup yatağıma oturdum. Hiç ses yoktu. Bahçemizdeki armut ağacı çiçeğe durmuştu. O çiçeklerin ve hanımellerinin insanın başını döndüren enfes kokusu, havaya ağır ama tatlı bir yumuşaklık vermişti. Yatağımdan indim. Parmaklarımın ucuna basa basa evden çıktım. Bizim evde, sekiz yaşındaki bir çocuğun gecenin o saatinde ortalarda dolaşması, hele hele evin kapısından dışarıya çıkması kesinlikle yasaktı. Ancak, içimdeki mehtabı seyretme arzusu o kadar güçlü idi ki, her şeyi göze alıp, taraçaya çıkıp, kısa bir süre için bile olsa, salıncağımda oturup mehtabı seyretmeye karar verdim.

Kapıdan çıktığımda annemin taraçanın merdivenlerinde oturduğunu gördüm. Tıkırtımı duymuş olacak ki, başını çevirip bana baktı. Gülümseyerek yanına çağırdı. Bir elini dudaklarına götürerek hiç konuşmamamı işaret etti. Yanına oturdum ve sokulabildiğim kadar koynuna sokuldum. Annem de bana sık sıkı sarıldı.

Yeryüzü uykudaydı. Civardaki evlerin hiçbirisinin penceresinde ışık yoktu. Ay ışığı gümüş bir nehir gibi üzerimize akıyordu. Ortalık öyle aydınlıktı ki, uzaktaki orman bile, kocaman bir gölge gibi seçilebiliyordu.

“Anne her şey ne kadar güzel değil mi?” dedim fısıltıyla.

Annem bana baktı ve gülümseyerek beni kendisine biraz daha çekti. Bu “evet öyle” demekti.

Az sonra köpeğimiz Frollo, çimlerin üzerine tin tin basarak yanımıza geldi ve iri başını annemin ayaklarının dibine yatırarak yanıbaşımıza uzandı. Üçümüz orada uzun bir süre oturduk.

Ay ışığı zaman zaman terasın altındaki fidanın bir yaprağına çarpıyor, yahut bir çiğ damlacığının içinde minicik canlı bir kıvılcım gibi parıldıyordu. Çalılardan sanki pırlanta gerdanlıklar sarkıyordu; ıslak otlar tatlı tatlı kokuyordu.

Karanlık ormanda, kendi âlemlerinde yaşayan tavşan ve sincap, ve fare gibi vahşi hayvancıkların arasında ses ve hareket olacağını biliyorduk. Gölgelik bahçede ve tarlalarda da, bitkiler büyümeye devam etmekteydi. Çayırda tay, anasının yanında uyuyor; danacık, anasına sokuldukça sokuluyordu.

Bir müddet sonra meyve ağaçları çiçeklerini kaybedecekler; yer, pembe-beyaz bir çiçek yığınının altında kalacaktı. Yabani erik ağaçları, güneşin tatlılaştırdığı ve yağmurun serinlettiği yuvarlak ve dolgun eriklerle dolacaktı. Başka bir tarlada ekinler santim santim yükselmeğe bakıyorlardı. Sabahleyin akın edecek arılar için bal gibi özlerini yenileyen şu çiçekler, çok geçmeden yerlerini tatlı kavunlara bırakacaklardı.

Sonsuz sessizlik içerisinde, Allah’ın hayat mucizesi, seyrini takip ediyordu. Dut ağacında yumurtalarının üzerinde oturan kuş, ilahi bir bestenin seslendiricisi idi. Geçen asırların değiştiremediği tepeler, bir kuvvet ve heybet timsali olarak göğe doğru uzanıyordu. Yıldızlar, gezegenler, sayısız dünyalar.. Yaratıcı’nın, her şeye gücü yeten, fakat şefkatli kudretinin idaresinde ömür sürmeğe devam ediyorlardı.

Annem sedir ağacını işaret etti. “Bak,” diye fısıldadı, “Şu yıldız sanki ağacın dallarına takılmış.”

Biz böyle bakarken, bir armut ağacının en tepesindeki bir kuş, şarkı söylemeye başladı. Bu olağanüstü gecede minicik kalbini dolduran sevincini ve Rabbine karşı duyduğu sonsuz minnettarlığı dile getirmeden durabilir miydi?

Ses bazan duyulamayacak derecede alçalıyor ve yumuşuyor, sonra ansızın derinleşiyordu. Konser başladığı gibi ansızın son buldu ve ortalık gene sessizliğe gömüldü. Sabaha doğru binlerce kuş, aynı besteyi seslendirecekti.

Sekiz yaşındaki bir çocuk, düşüncelerini tahlil edemez; hatta sonsuzlukla çevrili olduğunu bile fark edemez. Fakat bir sedir ağacının dalına asılı bir yıldız görünce, herkes gibi o da mutluluk içerisinde kalır. Bir kuşun mehtapta şakıdığını duyunca, garip bir sevinç genç kalbini doldurur. Annesinin kollarını bedeninde hissedince, mutlak bir emniyet duyar.

Hayatın akışından, dünyaların hareketinden bir şey anlamaz belki. Fakat gene de açık bir kapının ötesini şöyle bir gördüğünü garip bir şekilde hisseder ve fevkalâde bir an yaşadığını anlar. Bütün bu güzelliklerin sahipsiz ve başıboş olamayacağını söyleyemese bile bilir, hem de çok iyi bilir.

(Ginds Bell)