TR EN

Dil Seçin

Ara

Önce İnsanlar Bozuldu, Sonra Çevre!

“Beşer (insan) bir yandan arzın şifası için ilaç iken, diğer yandan ölümünü intac eden (netice veren) bir zehirdir.”

— Bediüzzaman

 

Bir ansiklopedideki ahlâk maddesine göz atayım dedim. Güzel ahlâkın esası olan seksen tane madde sıralanmış ve tek tek de açıklaması yapılmış. Bu maddelerin zıddı ise kötü ahlâk; öğrenmiş oldum. Vefa, edep, iktisat, itimat (güven), sıla-i rahim (akrabayı, yakınları ihmal etmemek), merhamet, salâh (iyi hâl), zarafet, sevgi, himmet, hayır, hilm (yumuşaklık), doğruluk, lütuf, tefekkür, tevekkül, iffet, fazilet (erdem)… Bunlar güzel ahlâk maddelerinden bazıları. Allah’ım, ahlâk da neymiş böyle. İmanın ne de güzel bir süsüymüş bu güzel ahlâk. Önce iman ve inanç tabi. Bu olmayınca gidiyor, dağılıyor her şey. Balık baştan kokar derler ya, insan da inançsızlıktan yani en zayıf yanından kokuşmaya başlıyor. Hele iman zayıflamaya görsün bir kere, güzel ahlâkın esasları olan her şey tek tek dağılıyor, uçuyor, bozuluyor. Bir yazarın hikâye kitabının ismiydi Önce ekmekler bozuldu cümlesi. Yok canım! Ekmek durup dururken niye bozulsun ki. Önce insanlar bozuldu bayım. İnsanın mayası, hamuru bozuldu. Yani ahlâkı yıkıldı, terbiyesi yok edildi. O güzel yaratılışının içine, ilâhî yönüne nice yanlış unsurlar girdi. Karıştırdı. O altın toprağın, o bereketli ülkenin pusulası şaştı. O bozulunca zaten işlem tamamdır. Ahlâk mı kalır?

İnsan bulunduğu yerden öyle bir düşer ki, ne tutunacak bir yer, ne de bir dal bulamaz. İnancın yüceliği ve yüksekliği öyle ankanın ya da kartalın ulaşacağı bir yer değildir. Kalbin şahikasıdır, orası ruhun zirvesidir. Buraya sadece inanç kahramanları çıkabilir. Bize bu yolu kim açtı, kim gösterdi ise, yolumuzun ışığı, kalbimizin sevgilisi O’dur (sav). Gayrısı yalan talan.

Şu hale bir bakın. Kendi ellerimizle kendi hayatımızı karartıyor, kurutuyoruz. Üç günlük fâni bir zevk, bir mutluluk uğruna, yaşadığımız toprakları, içtiğimiz suyu, havayı, toprağı düşmana ihtiyaç kalmadan kendi ellerimizle yok ediyoruz. Cennet misal güllük gülistanlık yerleri, nice ormanlık alanları, canım asırlık ağaçları, birkaç günlük dünya hayatı için oturma ve yerleşme adına kesiyoruz, biçiyoruz. Kamu hakkı, kul hakkı demektir. Mahşer günü nice milyon, nice milyar insanla, mahlûkatla hesabımız var. Yanlış duymadınız. Evet, yüz yüze sorgu var. Nasıl bir şuursuzluk, nasıl bir korkusuzluktur ki bu, benden sonra tufan felsefesine dönmüş.

Geçtiğimiz günlerde şehrimizde yeni yapılan konutların bulunduğu yerlere ziyaret için gittik. Arkadaşımız buranın sakinlerindendi. Burada işlenen cinayetleri ehlinden dinledim, yakînen gördüm. Akıl alacak gibi değil. Nice meraların, canım ağaçların yerinde yeller esiyor. Bereket arkadaşımın hafızası kuvvetliydi. Tek tek gezdirdi, gösterdi yapılanları. Güzel şeyler de yok değil ama duyduklarımıza hayret ettik. Hırsızlık bir ekmekle başlar derler ya, bir avuç tuza meyleden, tuz gölünü niye yürütmesin. Kendi adî bir çıkarı için asırlık ağaçları kesen, bir koruyu niye gözden çıkarmasın ki. Korkulur bu insandan ve cehaletinden.

Hayatımıza hayat katan kâinattaki kardeşlerimize bu kadar haksızlık etmemliydik. Öfke gibi hırs da gözünü, gönlünü karartıyor bazen insanın. Şeytan azdırıyor, baştan çıkarıyor. Kim demiş yirminci asır uygarlık, çağdaşlık asrı diye. Hadi canım. Bu masalı başkasına anlatın. Biz çok dinledik. Zaten bu çağdaşlık kelimesini de artık, süslü püslü bir maske olarak görüyorum. Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle, medeniyet yani, çağdaşlık dediğin tek dişi kalmış bir canavar. Maskeli ve makyajlı yüzüyle yutturuyorlar insana. Arka plandaki manzara belli. Erbabına da malumdur ki, şeytan ve avanesi malı götürüyor. Bakın çağdaşlara, güzel giyimli tipler. G8 denen liderlere, tiplere bir bakın. Hepsi güleç yüzlü tipler. Ama dünyadaki her ülkenin içinde kanlı izleri ve pençeleri var. İmzalarını, silahla atıyorlar. İşte bu çağdaş tipler mahvetti dünyamızı. Bunların çağdaşlık masalını yutmamalıyız artık. Çağdaşlık eşittir vahşilik ile aynı mânâya geliyor artık dünyamda.

Bu rezil kavramdan utanıyorum. Onun arkasına sığınıp da dünyamızı yaşanmaz kılanlara binler nefret. Özgürlük de böyle bir kelime. Nefislerinin putu önünde eğilmek için, onun her dediğini yapmak için özgürlük istiyorlar. Bazen bir kavram kendi içinde zıddını doğuruyor. Böylesine ruhsuz daha birçok kelimelerin ardında esir ettiler bizi. Eh adamlar kirli emellerini açıkça söyleyip de gelecek değil ya üstünüze. Yok çağdaşlık, yok özgürlük, yok bilmem daha neler neler… Böylesine süslü tuzaklar ve tehlikeli kelimelerle geliyorlar. Kavramları istedikleri gibi tarif ediyorlar. Siz hele bir itiraz etmeye kalkın, bir deneyin bakalım, neler oluyor.

Ama yok, bu oyun bitti. Senin villan, senin apartmanın, senin fabrikan için benim yemyeşil ormanım, Rabbimin bana lutfettiği dünyam katledilemez. Hakkınız yok buna. Allah’ım, hiçbir haklı sebebi yok iken bir ağacın dahi bir dalına vuran eli, bir avuç toprağı bir hiç uğruna satan eli Sana, Âdil ismine havale ediyorum.

Düşünün bir kere, bilerek bir karıncaya bile ayak basmaktan bizi men eden bir dinin, bir medeniyetin mensuplarıyız biz. Şimdi ne oldu? Bırakın karıncayı incitmek, insanların üzerinden çiğneyip geçmek bile marifet oldu. Ahir zaman dedikleri bu olsa gerek. Hz. Peygamberin (sav) kimin, kimi ne için öldürdüğü bilinmeden birçok kanlar akacak, diye buyurduğu devir herhalde bu devir olsa gerek. İnsan, şeytan ve nefis tarafından baştan aşağı kuşatılmış durumda. Öyleyse kurtuluşumuz ve özgürlüğümüz nefse ve şeytana karşı başkaldırmakla mümkün. Bunun yolu da Allah’ın emirlerine teslimiyetten ve itaatten geçiyor.

Ne oldu bize? Bu dünyayı ebedî bilmenin ve zannetmenin acılarını yaşıyoruz herhalde. Haklı olan değil, artık güçlü olan haklı. Ellerinde maddi güçler var ya, yapanın yaptığının yanına kâr kalacağını zannediyorlar. Halbuki insanın her hareketi, her sözü, en küçük bir davranışı bile kaydediliyor. Bu kadar önemli yüce bir varlıktır insan. Meleklerin ânı ânına kaydettiği değerli bir hayatın sahibidir. Bu kadar kayıt kuyut olsun da sonra bunun sorgusu suali olmasın, mümkün mü? Kim inanır? Bu kadar dikkat, bu kadar ince ince eleklerden geçirmek elbette bir hesap görmek içindir. Herkes kendi hayat filminin başrol oyuncusu. Son nefesle bitecek çekimler. Çekilen film ise, mahşer günü seyrettirilecek.

Hatırlayın bir, Hz. Peygamberin (sav) ordusu bir savaşa gidiyor. Yolda ordunun önüne yavrusunu emziren bir köpek çıkıyor. Ordu duruyor hemen ve yol değiştiriyor. Üstelik hayvancağızı kimse rahatsız etmesin diye başına da bir nöbetçi bırakılıyor… Mekke, Medine, bu mübarek beldeler harem yani yasak bölge ilan ediliyor. Ne demek bu? Şehrin bir başından tâ diğer ucuna kadar tek bir ağaç kesilmeyecek, herhangi bir hayvanın canı incitilmeyecek, işte bu yasak getiriliyor. Ne zaman? 600’lü yılların başında, yani günümüzden 1430 sene önce. Ey hayvan haklarıyla, toprak haklarıyla, insan haklarıyla uğraşanlar! Tamam, göreviniz kutsal ama gelin, bir de bu görevi en üst düzeye taşıyan Allah’ın o güzel elçisinin, Resulünün (sav) hakkını da gözetelim. O’nu tanımak için ne olur çaba sarf edelim. Gayesini, insanlığa getirdiği hidayet meşalesini tanıyalım. Aradığımızdan çok daha fazlası var O’nda. Gayrısı nefsin ve şeytanın peşine takılmaktır. O’ndan ders alanlar da böyle yapmış, böyle yaşamışlardır hep.

Kenan Rifaî’yi hatırlıyorum. Üç sene meyvesi ile yani cevizi ile kendisini besledi diye, karda kışta tâ Fatih’ten kalkıp Erenköy’e gidiyor. O benim sütannemdi diyor, beni meyvesiyle emzirdi. Şimdi şu soğuk mevsimde onu ziyarete gitmemek olmaz diyor. Vefaya bakınız.

Bediüzzaman da böyleydi. 1930’lu yıllarda ilk defa geldiği Barla’ya 1950’li yılların ortasında tekrar döndüğünde, kendisini ilk geldiği yıllardaki gibi misafir edip karşılayan, kaldığı evin önündeki o meşhur çınar ağacının gövdesine sarılıp, hıçkıra hıçkıra ve doya doya ağlıyor. Kim bilir o mübarek ağaç o yıllarda kaç gece hicran dolu derdini paylaşmıştı. Binlerce sayfalık kitaplarında, nice derslerin konusunu teşkil etmişti. Bu mübarek ağacın bir dalını bile binler liralara değişmem diyordu Bediüzzaman. Bir vefakârlık örneği de ondan.

Bizim medeniyetimizde bu tarz örnekler çoktur. Bilemem hangi çeşme bize suyunu verir ki artık. Çeşmeler de kalmadı. Hangi ağaç gölgesinde durup, eğleşmemizi ister ki, koca gövdeli ağaçlar da kalmadı. Baharın geldiğini nasıl anlayacağız Allah aşkına. Kuş yok artık, ses yok, meyve yok, koku bile yok. Peki, nasıl anlayacak gelecek asrın çocukları. Baharı anlatmak çok zor olacak onlara. İnsan hatıralarına, yaşadığı dünyadaki arkadaşlarına vefakâr olmalıydı. Bu kadar saygısızca davranmaya ve sorumsuz yaşamaya başladığımızdan beri her şey tepe taklak.

Allah’ım göz göre göre ruh cevherimize el uzatan, ahlâkımızı bozan, imanımızı çalan deccallara, bu devrin müsriflerine, bu yolun şerirlerine nasıl bir ceza vermen gerektiğini tekrar Senin yüce adaletine havale ediyorum. Bu dünya kime kalmış ki onlara kalsın. “Er yarın, hak divanında belli olur” diyor Yunus Emre. Yarın hak divanında belli olacak, kimin er kişi olduğu, kimin hakiki, kimin yalancı pehlivan olduğu.

Geçenlerde doğduğum eski evin bahçesindeki dut ağacından nasiplenirken, gözüm köşede bir taşa ilişti. Hatırladım bu taş eski evimizin kapısının önünde dururdu. İçeriye geçerken ilk adımımızı basıp attığımız büyük bir taştı. Bahçemizin bir köşesinde görünce çok sevindim, gözlerim doldu. Şükür. Taşa hürmet, onca insanın ayağını bastığı bir taşa hürmet, dokuz kişinin barındığı bir yuvanın hatıralarına saygıydı. Bu taş çok şeyler anlattı bana. Yine aynı gün bize villaların yapıldığı yerleri gezdiren Özcan kardeşim, katledilen meralık alan için bir cümle kullanmıştı. Bu cümle ruhunun tâ derinliklerinden geliyordu. Beni de oradan yakaladı: “Burada öyle bir mera vardı ki abi, o yemyeşil çimenlerin üstüne basmaya kıyamazdınız. Köyün bir başından koyverdik mi hayvanları, akşama kadar büyük bir iştahla salınıp gezer, bu alanda beslenirlerdi.”

Cinayetin boyutlarını anlamak için bu cümleler yeter de artar. Yerlerini satan köylülerin birçoğu ise, şimdi perişanmışlar. Bazılarına dünya gülmüşse de sonradan acı yüzünü göstermiş tabi. Aile kavgaları ve geçimsizlikler almış başını gidiyor. Sözüm ona yeni bir belde kuruluyor. Yahu bu işin erbabı, usulü, erkânı yok mu? Hak sahipleri perişan edildikten sonra, yapılanlar bir gün elbet sahiplerinin boynuna ateşten bir halka olarak geçecek ve dolanacaktır. Kıyamet nasıl kopacak, nasıl şu güzel dünyamız un ufak olacak, onu Kur’an ayetlerine ve Hz. Peygamberin (sav) sözlerine havale ediyorum. Ama perhizine dikkat etmeyen hastalar için, ömrünü dişliyor derler ya. Sanki biz de çevremizi ahlâktan, imandan yoksun ve yoksul bir vaziyette böylesine sorumsuzca kullanmakla, yaşadığımız dünyayı ve dolayısıyla kâinatımızı dişliyoruz. Her şeyin, kıyametin de bir sebebi var mutlaka. Demek ki insanın kirli ve bulaşık eli kasıtlı bir şekilde karışıp karıştırdıkça, dünyanın ve kâinatın dengesini bozdukça, bizden sonra gelecek olan nesiller, ruhlar âlemindeki yeni misafirler bu güzel dünyayı belki de göremeyecekler. Kendimize yazık ettiğimiz yetmezmiş gibi, gelecek nesillerin hak ve hukukuna da tecavüz ediyoruz. Bu cinayetin mahkemesi ancak mahşerde kurulabilir. Bu dava ancak orada görülebilir. O zaman bu acıklı sonun kareleri, bu felâkete sebep olan yüzlerde gayet açık bir şekilde okunacaktır. Ne yazık ki yaşananlar akıl alacak gibi değil ve hiç de hoş şeyler değil.

Gönül isterdi ki; şu güzel dünyada hepimize yetecek olan şu güzellikleri görecek, kimsenin kimseye dik bakmadan, yalana hileye sapmadan yaşayabileceği şartları koruyabilseydik keşke. Ama maalesef önce inancımızla oynadılar ve imanımızı çaldılar. Hem dünyamızı hem de ebedî hayatımızı mahvettiler.

Bu dünyanın cazibesi, çekiciliği sadece ve sadece Yüce Yaratıcının gösterdiği yolda ve gönderdiği kitapta, Peygamberde saklıdır. Onun haricindeki her adım, her tavır adım adım kıyamete doğru gidiştir. Rabbimiz bize hayat dahil her nimeti, bir emanet olarak vermiştir. Sınırlı ve sayılı. Kendimizi, Rabbimizin bize emanet ettiği bu nimetlerin sahibi saymamalıyız asla. Emanetçiyiz, hıyanetçi olmamalıyız.

Yaşadığımız dünyayı bu kadar tahrip etmemeliydik, bozmamalıydık. Sait Faik, Son Kuşlar’ında gökyüzündeki kahverengi noktaları, yani küçük kuşları göremeyeceğiz diye bizi uyarmıştı yıllar önce. Ve şimdi hikâye gerçek oldu. Kendi elleriyle kendi felâketini hazırlayan insan geç olmadan, başına gelecek musibetlerin ikazıyla uyandırılmadan evvel uyanmalı. Çok geç olmadan evvel gözünü açmalıdır.