TR EN

Dil Seçin

Ara

Çevre Krizlerine Karşı İslâmî Duruş

İslâm’ın tabiat ve tabii çevreye dair görüşünün temelleri, İslâmî olan diğer her şeyde olduğu gibi, Kelâmullah’ta, yani Müslümanlar için dinin esas tecelligâhı olan Kur’an’da mevcuttur. Kur’an’ın mesajı bir anlamda Allah’ın insana ezelî mesajına dönüştür. Kur’an’ın vahyi erkek ve kadınların iç dünyasında ezelî olan şeye hitap eder, bu nedenle İslâm kendisini aynı zamanda fıtrî din (hanif dini) olarak tanımlar. “Fıtrî Metin” olarak Kur’an sadece insana değil, bizzat Allah’ın vahyinin aslını oluşturan kâinatın tamamına hitap eder. Bir anlamda tabiat Kur’an’ın vahyine iştirak eder. Kutsal Metnin bazı âyetleri tabii formlar ve insanoğlu ile ilgilidir, belli başka âyetlerde ise Allahu Teâlâ şahit göstermek için yarattıkları içindeki bitkiler ve hayvanlar, güneş ve yıldızlar gibi insan dışı unsurlara çağrıda bulunur. Dahası, Kur’an tabii olanla tabiat üstü olan arasında açık bir sınır tayin etmediği gibi, insanın dünyası ile tabiat arasında da bir sınır çizmez. Kur’an’ın besleyip muhafaza ettiği ruh, tabii dünyayı fethedilmesi ve boyun eğdirilmesi gereken bir düşman gibi görmez, aksine insanın dünyadaki hayatını ve bir anlamda da nihai yazgısını paylaştığı dinî evrenin bir parçası olarak kabul eder.

 

Müslümanların tabiata bakışı nasıl olmalı?

Kâinatı veya ontolojik Kur’an’ı referans alan Kur’an’ın kozmik boyutu (el-Kur’an’üt-Tekvînî) metinden veya “yazılı” Kur’an’dan (el-Kur’an’üt-Tedvînî) farklı ve onun tamamlayıcısı olarak yüzyıllar boyunca çoğu Müslüman bilge tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Kozmik Kur’an’ı oluşturan her bir yaratığın yüzünde, ancak bilgelerin okuyabileceği harfler ve kelimelerin yazılı olduğunu görmüşlerdir. Kur’an’ın, tabiat olgusu ve insanoğlunun ruhunun derinliklerindeki hadiselerin her ikisine birden atıfta bulunduğu gerçeğinin tamamıyla farkında olarak bunları âyet (kelime anlamıyla işaret veya semboller) olarak nitelemişlerdir. Bu terim, aynı zamanda Kur’an’ın metni için de kullanılmıştır. Kozmik kitabı, bölümlerini ve âyetlerini okumuşlar ve tabiat olgusunu tabiat kitabının Müellifi’nin Kendi Hikmeti’ni ifşa eden “işaretleri” olarak görmüşlerdir. Onlar için tabiatın aldığı şekiller Allah’ın âyetleridir. Bu, Francis Bacon’un da ifade ettiği gibi, şekillerini tefekkür ederek hikmet elde etmek ve hazzını yaşamak yerine, tabiata hükmetmek ve “onu tahrip etmek” için bir bilim oluşturulmasından önce geleneksel Batı’da da kesinlikle bilinen bir kavramdır. Kur’an tabiatı nihai anlamda Allah’ı hem perdeleyen hem de ifşa eden bir tecelli olarak tasvir eder. Tabiatın şekilleri, farklı İlâhî sıfatları gizleyen ve aynı zamanda da aynı sıfatları, kalp gözü egosunun hırsı ile körleşmemiş ve ihtiraslı ruhun benmerkezci eğilimleri ile perdelenmemiş olanlara ifşa eden çok sayıdaki maskelerdir.

Daha derin bir anlamda, İslâmî bakış açısına göre Allah’ın bizzat Kendisi’nin bizim etrafımızı saran ve kuşatan “nihai çevre” olduğu iddia edilebilir. Kur’an’da, “Göklerde ve yerdekiler Allah’a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (4: 126) âyetinde olduğu gibi Allah’ın her şeyi kuşatan (Muhît) olarak anlatılması son derece önemlidir ve muhît terimi aynı zamanda çevre anlamına da gelir. Gerçekte, insan İlâhî muhîte dalmıştır ve sadece kendi unutkanlığı ve gafleti nedeniyle onun farkında değildir. Ruhu kaplayan bu günahtan ancak hatırlamakla (zikir ile) kurtulunabilinir. Allah’ı hatırlamak, her yerde O’nu görmek ve bir muhît olarak O’nun gerçeğini tecrübe etmektir. Aslında çevre krizine, insanın Allah’ı, kendisini kuşatan ve hayatını destekleyen gerçek çevre olarak görmeyi reddetmesi nedeniyle yol açıldığı söylenebilir. Tabii çevrenin tahrip edilmesi, tabiatı, İlâhî Çevre ile alakasını kesmiş ontolojik açıdan bağımsız bir geçekler düzeni olarak görmenin sonucudur. Oysa İlâhî Çevre’nin olmayışı onu bütün zarafetinden uzaklaştırır, nefesi kesilmiş bir hale girer ve sararıp solar. Allah’ı el-Muhît olarak hatırlamak şu halde, tabiatın kutsallığını, tabiatın Allah’ın işaretleri olduğunu hatırlamak demektir. Bu açıdan bakıldığında, İlâhî Varlık’ın, tabii çevreye her an nüfuz ettiği görülür. Aslında, nihaî anlamda çevre, bu dünyanın ötesinde, geldiğimiz yerden döneceğimiz yere kadar bizi kuşatan her şeydir.

Tabii çevre hakkındaki İslâmî bakış açısı, insan ve tabii çevre denilen şey ile bunu kuşatan ve nüfuz eden İlâhî Çevre arasındaki ayrılmaz ve sürekli ilişki üzerine kurulmuştur. Kur’an birçok âyette zahir olan ve olmayan dünyalardan söz eder (alemü’l-gayb ve’ş-şehâde). Görünen (zahirî) dünya bağımsız bir gerçeklikler sistemi değil; fakat çok daha büyük olan, onu aşan ve ona kaynaklık eden bir dünyanın görünen tarafıdır. Görünen dünya, karanlık bir çöl gecesinde kamp ateşi etrafında görünebilen şey mesabesindedir. Görünen şey kademeli olarak kendisini kuşatan uçsuz bucaksız görünmeyenin içine çekilir ki, gerçek çevre işte budur. Görünmeyen, bir toz zerresi mesabesindeki görünene kıyasla sadece sonsuz bir okyanus olmakla kalmaz, aynı zamanda bizzat görünenin içine de nüfuz eder. Bu şekilde, görünen nizamın başlangıçta kaynağı (el-mebde’) ve daha sonra akıbeti ve sonu (el-me’âd) olarak İlâhî Çevre, Ruh, tabii dünyaya ve normal insanın muhîtine nüfuz eder, onu geliştirir ve sürdürür.

 

Tabiat, Allah’ın hikmetini kazanma vasıtası

İslâm’daki tabiat ve tabii çevre sevgisi, Allah’ın hikmetini kazanmak için bir vasıta olarak görülmediği anlamına gelmez. Tam aksine, İslâm sanatının da göstermeye çalıştığı gibi, Müslümanlar tabiatı tam da Allah’a yakınlaştırmada bir araç olduğu veçhiyle sevmişler ve ona değer vermişlerdir. Bunu anlamanın yolu, Kur’an’ın “Her nereye dönerseniz Allah’ın veçhesi orasıdır.” (2: 115) âyetini tam olarak anlamaktan geçer.

Tabiat ve çevreyle ilgili İslâmî öğretiler İslâm’ın insanlık anlayışını incelemeden tam olarak anlaşılamaz. Farklı dinî geleneklerde genellikle tabiatın emanetçisi olarak görülmüş olan insan, artık modern medeniyet sayesinde sahip olduğu rolü değiştirerek onun tahripçisi haline gelmiştir. Cennet’ten kovulmuş olarak dünyada uyum içerisinde yaşayan bir varlık olmaktan çıkan insan, kendisini aşağıdan yukarıya yükselmiş olan bir yaratık olarak görerek tabiatın en acımasız yağmacısı ve tahripçisi haline gelmiştir. İslâm, insanı yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görür ve Kur’an bunu açık bir şekilde üstüne basarak ifade eder: “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım.” (2: 30). Dahası, halifenin özelliği, Allah’a kulluk (ubudiyet) ile tamamlanmıştır. İnsan Allah’ın kuludur (Abdullah) ve buna uygun şekilde O’na itaat etmelidir. Allah’ın kulu olarak, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı pasif ve üstündeki dünyadan kendisine gelen rahmet karşısında alıcı olmalıdır. Allah’ın halifesi olarak dünyada aktif olmalı, kozmik uyumu gerçekleştirmeli ve dünyevî hiyerarşide merkezî yaratık olmasının sonucu olarak aracı olması istenen yere rahmeti yaymalıdır.

Allah’ın dünyayı muhafaza edip koruduğu gibi, aynı yoldan insanoğlu da O’nun halifesi olarak merkezî konumda bulunduğu muhiti koruyup kollamalıdır. İnsan, Kur’an’daki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim [demişti de] evet, [Sen bizim Rabbimizsin] şahidiz demişlerdi.” (7: 172) şeklindeki meşhur âyette de işaret edildiği gibi, ezelde Allah’ın rububiyetine şehadet ederken verdiği misakın gereği olarak kabullendiği bu emanete hıyanet etmeksizin tabiatın korunmasını göz ardı edemez.

İnsan olmak demek, halife olma halinin gerektirdiği ve hepimizin omuzlarına yüklediği sorumluluğun farkında olmak demektir. Hatta Kur’an’da “Görmedin mi yeryüzündekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize verdi.” (12: 65) âyetinde olduğu gibi, Allah’ın tabiatın insanın emrine musahhar kılınmasına müsaade ettiği belirtilirken bile, bu durum, modern bilimin insana ihsan ettiği güce susamış olan çoğu modern Müslüman tarafından da iddia edildiği gibi, tabiatın rastgele fethi anlamına gelmemektedir. Daha çok Allah’ın kanunlarına uygun şekilde olmak koşuluyla tabiata hakim olmayı ifade eder ve insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu için Allah’ın yaratıklarını gözetme gücü ve sorumluluğu hassaten ona verilmiştir.

Nihayetinde sadece bir mahluk olan, bu dünya hayatında bir yolcu olarak bulunan ve ölüm anında Allah’a dönecek olan insana kendisine değil, yalnızca Allah’a ait olan bir güç verilmiştir. Bu gücü Allah’ın ve O’nun yaratıklarının huzurunda sorumsuz bir şekilde kullanmak, dünyada tahribata yol açmak ve nihayetinde kişisel olarak intihara kadar götüren ekolojik bir cinayet işlemek olacaktır.

 

Ekolojik cinayet ve sorumluluğumuz

Tabii çevre için hiçbir şey, sahip olduğu hilafet yetkisini Allah’a kulluğu, emirlerine ve kanunlarına uymayı ve O’nun yarattıklarını gözetmeyi kabul etmeyen insanlar tarafından kullanılmasından daha tehlikeli değildir. Yeryüzünde kendisini artık Allah’ın kulu olarak görmeyen ve bu nedenle kendisinin dışında herhangi bir otoriteye sorumlu olma ve sadakat borcu duyma konumunda görmeyen bir halifeden daha tehlikeli bir yaratık yoktur. Böyle bir yaratık “Şeytan Allah’ı taklit eder” ifadesindeki gibi, tamamen şeytanî olan gücünü tahribat için kullanabilir; en azından kısa bir dönem için böyle bir güce sahip olması ve Allah’ın bütün yarattıkları üzerinde gösterdiği ihtimama hasredilmiş olan bu hakimiyeti kullanması, evrenin can damarlarını işleten bu sevgiden mahrum olduğu için bu tip bir insanın dünya üzerinde tanrısal; fakat tahripkâr bir hakimiyetine yol açar.

Müslümanların Allah’ın yaratıklarını korumak uğruna, Yahudiler, Hristiyanlar, Hindular, Budistler, Konfüçyanlar ve diğer dinlerin tabilerinin yanında, çevreye önem verenlerle ortak çabalara girmeleri gerekir. Müslümanlar sözde teknolojik düzenlemelerin çevresel krizleri çözeceği savını körü körüne savunmayan herkesle işbirliği yapabilmelidir. Şu veya bu sebeple tabii dünyaya sevgi gösterenlerin tamamı, üzerinde yaşadığımız gezegeni tahrip edenlerin insan ihtiyaçlarını (ki insan ihtiyaçları onların dediği gibi asla sınırsız değildir) tatmin etmek adına kör bir tüketim gösterisini sürdürme ahmaklığından kurtarmak için bir araya gelerek elbirliğiyle çalışmalıdırlar.

(Seyyid Hüseyin Nasr)