TR EN

Dil Seçin

Ara

Hristiyan-İslâm İlişkilerinde ‘Karikatür Krizi’ İplerin Koptuğu An Mı, Yeni Bir Başlangıç Mı?

Son yaşadığımız karikatür kriziherhalde ağızlara pelesenk olan küreselleşmekavramının ne olduğunu hepimize çok daha iyi gösterdi. Dünyanın bir ülkesinde, o ülkenin bir şehrinde, o şehrin bir mahallesinde faaliyet gösteren bir gazetede basılan birkaç karikatür ile ilgili haber, medya nakil vasıtalarıyla, yol açtığı dev zincirleme olaylar eşliğinde, yeryüzünün tamamına yayıldı.

Ve ardından, bir milyarı aşkın bir nüfusa sahip Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda bu karikatürlere karşı çok şiddetli tepkiler, gösteriler, karikatürlerin basıldığı ülkenin konsolosluklarının işgal edilmesi, yakılması, göstericilerin polislerle çatışması, bu çatışmalarda önemli sayıda insanın yaralanması, hatta ölmesiyle sonuçlanan pek çok trajik olay yaşandı. Müslümanların yoğunlukla yaşadığı birçok ülkede boykot kararı alındı. Sayısız düşünce adamı ve siyasetçi fikir beyan etti. Çoğunluk, olayları yatıştırma yönünde çaba gösterirken; Avrupayı mesken tutmuş küstah ve kibirli bir azınlık, yapılanı mazur göstermeye, hatta haklılaştırmaya çabalayıp durdu.

Bu olay hiç kuşku yok ki, tarihe karikatür kriziolarak geçecek. Hakkında daha çok konuşulacak ve yorum yapılacak. Çünkü bu olay, asla bir iki karikatürle başlayıp biten bir olay olarak tanımlanamaz. Ardında, tek bir düzlemde açıklanamayacak tarihten gelen derin ve çok boyutlu bir çatışma yatıyor çünkü. Dinî olduğu kadar siyasî, ekonomik olduğu kadar kültürel, toplumsal olduğu kadar askerî bir çatışma bu şahit olduğumuz. Tarihin değişik dönemlerinde değişik görünümler almış, en başta iki büyük semavî dinin bağlılarını ilgilendiren, ve son zamanlarda bir kısım Batılı akademisyen ve siyasetçi tarafından medeniyetler çatışması” olarak da tanımlanan bir çatışmayla karşı karşıyayız.

Acaba aralarında var olan onca itikadî yakınlığa rağmen dün ve bugün iki semavî dini ve onun bağlılarını karşı karşıya getiren nedir? Aynı Allaha inanmak, bir vahye sahip dine inanmak, o vahyi insanlara getiren bir peygambere inanmak ve iman sahibi bir topluluk olmak gibi benzerlikler ortada iken, nasıl böylesi bir düşmanlık doğar aralarında?

Kritik bir bakış açısıyla bu sorulara şunları da eklemek mümkün: Acaba karikatür kriziyle görünür olan düşmanlık, sadece Hristiyanlık ve İslâm arasında tanımlanması gereken bir düşmanlık mı; yoksa başka cepheler mi var? Örneğin—özellikle geçmişten günümüze doğru gelinen süreçte etkisi giderek artan—din dışı güçlerin bu düşmanlıkta payı yok mu?

Konunun derinliğine anlaşılabilmesi için bir dergi yazısının izin verdiği ölçüde tarihte bir yolculuğa çıkmamız kaçınılmaz gibi görünüyor. 

 

İslâm tarih sahnesinde yok iken, Hristiyanlığın durumu neydi?

Aslında Hristiyanlığın anlaşılması, ondan da önce gelmiş olan Yahudiliğin anlaşılmasına bağlı. Geçen ayki sayımızda Ve Allah İsrailoğulları’na dedi ki” başlıklı yazıda belirtildiği gibi, Yahudiler Allah onlara ikram etmezden evvel, “çobanı olmayan kaybolmuş bir davar gibi” idiler. Bu halde iken, Allah onları bir araya getirdi, güç ve kuvvet kazanmalarını sağladı. Onlara şeriat, kitap ve peygamber(ler) gönderdi. Fakat İsrailoğulları nefisperest tutumları ve işledikleri kötü ameller neticesinde tüm bunları boşa çıkardı. Bu, Allah’ın istediği bir hüküm değildi, onların kendi aleyhlerine verdikleri bir hükümdü.

İsrailoğulları’nı bu duruma düşüren etken, kibir ve kendini beğenme hastalığı idi; bir türlü nefislerini aşamamalarıydı. O kadar ki, namaz kılmalarına rağmen kalblerinde Allahla rekabete girişenlere karşı bir sevgi vardı. Bu Allah düşmanlarından bazıları, gayb hakkında bilgi almak veya vahyin benzerini yazmak gibi hususlarda âdeta Allah ile rekabet ediyordu. Nefisperestlikleboyalı bu tablo içinde, Yahudiler insanın yeryüzünde varkılınma maksadını (halis bir ubudiyet) yerine getiremediler. Nefis düşkünlüklerini, millet boyutuna taşıyıp milliyetlerini dinleri haline getirerek daha da azdılar. Allah da, azgınlıklarına karşılık, onları Fatiha Sûresinde buyurulduğu üzere, gazaba uğramışlar”dan kıldı.

Sonra Allah, onların yerine, Hz. İsanın elçiliğinde Hristiyanlığı getirdi. Yahudilikle kıyaslandığında Hristiyanlar nefislerini aşmayı bildiler. Hristiyanlık ile, insanlık genel anlamı itibariyle bir adım ileriye gitti. Fakat Hristiyanlığın, daha doğrusu Hristiyanların, gelip takıldıkları nokta ise, esbabperestlikoldu. Yani kendi nefislerini aşabildikleri halde, sebepleri aşamadılar. Hiçbir sonuç kendisini oluşturan sebepten daha büyük olamaz” şeklindeki Ortaçağ Hristiyan akidesi de, bir yönüyle bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Hristiyanların kavrayamadıkları hakikat, Allah’ın herhangi bir şeyi yaratmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, hiçbir sebebin de kendi üzerinde gösterdiği tesirin hakiki sahibi olmadığı idi. Onlara göre, her sebebin kendisine göre bir tesir gücü vardı; dolayısıyla Allah yeryüzündeki işlerini muhakkak belli aracılarla görmek zorundaydı’. Bu bakış, Hristiyanlığı iki büyük yanlışa götürdü.

Birincisi, Allah’ın Samed gibi (hiçbir şeye ihtiyacı olmamak) mutlak sıfatlarını tanıyamayarak Onu layık olduğu şekilde sena edemediler.

İkincisi, Allah’ın ulûhiyetine Hz. İsayı ortak ettiler; hatta bununla yetinmeyip bir kurum olarak Kiliseyi de Hz. İsanın altına yerleştirdiler. Böylece, Hz. İsa ve Kilise, dolayısıyla Kilisenin Hristiyan din adamları, mertebelerine göre, Allaha ait olan hükmün yeryüzündeki temsilcilerikonumuna yükseldiler. Tüm bu yapının kurulmasına neden olan faktör de, yine bir esbabperestlik örneği olarak, Hristiyanların babasız (yani sebepsiz) bir çocuğun dünyaya gelemeyeceğini düşünmeleriydi. Onlara göre, Hz. İsa babasız dünyaya gelemeyeceğine göre, onun babası (haşa!) Allahtı.

Dolayısıyla, İslâm inancına göre Allah’ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa, Hristiyanlıkta Allah’ın oğlu olarak görüldü. Yine İslâm inancına göre her ne şekilde olursa olsun din kurumu ve din adamı Allah’ı (ve dini) temsil etmezken, Hristiyanlıkta bunlar Allah’ın semadan yeryüzüne doğru kurduğu ve Tanrı Krallığı’nın parçası kıldığı ‘kutsal aracıları’ olarak kabul gördü. Kilisenin Hristiyan bir mü’mini aforoz etme yahut günahlarını affetme gibi devasa yetkileri, işte bu kabulden kaynaklandı.

 

İslâm gelmeden önce onun hakkında ne biliyorlardı?

Gerek Yahudiler, gerekse Hristiyanlar, Hz. Muhammed henüz bu dünyaya teşrif etmeden önce, o ve gelecek yeni dinhakkında çok şey biliyorlardı. Hem Yahudilere, hem de Hristiyanlara, Allah, peygamberleri aracılığıyla İslâmiyet ve onun peygamberinden haber vermişti çünkü.

Hz. Musadan çok daha önceki bir devirde İşaya aleyhisselâmın lisanını kullanarak Allah Yahudilere hitap ederken bile bundan söz etmişti meselâ: Ben okuma, yazma bilmeyen bir peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, edebe ve terbiyeye uymayan davranışta bulunmaz, edebe aykırı söz söylemez. Ben, ona her güzellik için doğru bir davranış vereceğim, her güzel ahlâkı ona bağışlayacağım. Sükûneti elbisesi, iyiliği prensibi, takvayı gönlü, hikmeti düşüncesi, doğruluk ve vefakârlığı tabiatı, affı ve şeriatın hoş gördüğü şeyleri ahlâkı, adalet ve iyiliği yaşantısı, hakkı şeriatı, hidayeti imamı, İslâm’ı milleti, Ahmed'i ismi kılacağım. Sapıklıktan sonra onunla hidayet edeceğim. Cahillikten sonra onunla öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim, azlıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra onunla toplayacağım. İhtilâfa düşen kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş ümmetleri onunla birleştireceğim. Ümmetini, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet yapacağım.”1

Yine Hristiyanlar da, Hz. İsanın müjdelemesiyle, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında bilgi sahibi olmuşlardı: Ben Allah’ıma ve Allah’ınıza gidiyorum, size benden sonra Paraklit (Ahmed) adında bir peygamber geleceğini müjdelerim. Paraklit o zattır ki, Allah onu ahir zamanda yollayacak ve o size her şeyi öğretecektir.”2 Davud aleyhisselâma inen Zeburda ise şu ifadeler yer alıyordu: Denizlerden denizlere, nehirlerden yerlerin parçalanması ve nihayetlenmesine kadar malik olacak, kendisine Yemen ve Cezair melikleri hediyeler getirecek. Padişahlar onun önünde eğilecekler. Ve her vakit de ona rahmet okunacak. Her gün kendisine bereketle dua okunacak. Nuru Medineden parlayacak, mübarek adı ebediyete kadar dillerden kalkmayacak ve Onun adı, güneşin mevcudiyetinden önce vardı. Güneş durdukça da etrafa yayılacak.”3

Verdiğimiz bu kitabî delillerden başka, Hz. Muhammed doğduktan sonra daha çocuk yaşta iken sırf sırtındaki peygamberlik mührüne bakarak, onun peygamber olduğunu birçok Yahudi ve Hristiyan âlimi anlamıştı. Bunların en meşhuru, kuşkusuz, aslen Yahudi ama sonradan Hristiyanlığı kabul etmiş olan Rahip Bahiraydı. Bilindiği gibi Rahip Bahira, bir kervana eşlik eden buluttan, dibine oturduğunda ağacın Hz. Muhammedin üzerine doğru eğilip gölgelik yapmasından, onun yetim olmasından ve sırtındaki mühürden peygamber olduğunu anlamış; ve Yahudiler onun canına kıymasınlar diye Ebu Talibi bir kenara çekerek yeğenini Şama götürmesine engel olmuştu.

Özetle, Yahudi ve Hristiyanlar kendilerinden sonra yeni bir din geleceğini, o dinin mümtaz bir peygamberi olacağını ve Allah’ın o din ile birlikte, kendilerine inenleri tashih ve ikmal edeceğini; hatta bu konuda Allah’ın kendilerinden misak ve and aldığını biliyorlardı.4

 

İslâm gelince Hristiyanlık bu yeni din’i nasıl karşıladı?

Miladi 610 yılında Hz. Muhammed az sayıdaki bir Müslüman topluluk ile Medineye hicret ettiği andan itibaren, İslâm, deyiş yerindeyse, rüştünü ispat etmeye başladı. Sadece Arap kabileler tarafından değil, Hristiyan ve Yahudiler tarafından da duyulur ve bilinir hale geldi.

İslâm’ın ortaya çıkışı ve sonrasında hızlı bir büyüme seyri izlemesi, Hristiyanlık içinde siyasî bir krize sebep olduğu gibi, buna bağlı olarak gelişen bir dizi teolojik probleme de yol açtı.

Hristiyanlar Yahudilikten daha sonra geldiği için kendilerinin son dinolduğunu iddia ediyor ve hakiki kurtuluşun ancak kendileriyle mümkün olduğunu söylüyorlardı. Hatta Kilise dışında kurtuluş yolu yoktur” şeklinde bir inançları vardı. Bunda hiyerarşik bir sırayla kurdukları Allah, İsa ve Kiliseden oluşan ‘semavî yapı’nın rolü büyüktü. Kendilerinden sonra İslâm’ın gelişi, Hristiyanlığın son dinve tek kurtuluş yoluiddiası için çok büyük bir tehdit oluşturdu.

Fakat Hristiyanlık ile İslâmiyet arasındaki asıl teolojik çatışma, iki dinin peygamberlerinin sunduğu modelile ilgiliydi. Hristiyanların bakış açısına göre Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında derin ayrımlar söz konusuydu. Zira Hz. İsa, hem hayatı boyunca evlenmemiş, hem de hiç savaşmamıştı. Buna karşılık, Hz. Muhammed, hem evlenmiş, hem de savaşmıştı. Hatta Hristiyanların ifadesiyle, kan dökmüştü’.

Bu farklılık, Hristiyanlara göre Hz. Muhammedin (haşa!) bir peygamberde bulunması gereken fazilete sahip olmadığının deliliydi. Eğer Hz. Muhammed gerçekten bir peygamber olsaydı, onlara göre, tıpkı Hz. İsa gibi sadece maneviyatı ve sevgi felsefesini ön planda tutardı.

Doğrusu, onları bu şekilde düşünmeye iten faktör, Hristiyanlığı kabul ediş biçimleriyle ilgiliydi. Çünkü Hristiyanlık, Yahudiliğin tersine, manevî yönü ağır basan, dünya hayatı yerine ruhî hayatı ön planda tutan bir tabiata sahipti. Manastırlarda Hristiyan din adamlarının (ruhban sınıfı) evlenmeden ve sosyal hayatın (dünya hayatı”nın) içine karışmadan yaşamalarının nedeni de buydu. Hristiyanlık din ile dünya hayatı arasında keskin bir ayrım öngörmekteydi.

Dolayısıyla, Hristiyanlar, savaşmış ve evlenmiş (güya dünya hayatı”na dalmış) Hz. Muhammedi bir peygamber olarak kabul etmeye karşı büyük bir direnç gösterdiler. Onun doğru bir peygamber modelisunmadığını düşündüler. Hakikat-i halde ise, Hz. Muhammedin evlenmesi ve savaşması, her Müslümanın çok iyi bildiği gibi, mü’minlere hayatın her boyutunu kapsayan şumüllü bir örnek olması için gerekliydi.5 Ayrıca İslâm’ın kutsal ile dünyevî, din ile toplum ve birey ile toplum arasında keskin bir bölünme öngörmemesi, Hristiyanların zannettiği gibi İslâm’ın eksikliğini değil, bilakis ona göre kemâline işaret eden bir delildi.

Yahudiler için ise, kısaca değinmek gerekirse, sorun çok daha başkaydı. Yahudiler, nefisperestliğe dayalı milliyetlerini dinleri haline getirdikleri için, Hz. Muhammedi sırf İsrailoğulları yerine Arapların içinden çıktığı için kabul etmediler. Halbuki, gelecek son peygamberi büyük bir özlemle bekliyorlardı. Hatta Medinedeki Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleriyle çatıştıklarında Son peygamber gelince biz ona tâbi olacağız, ve İrem ve Âd kavimleri gibi, sizi öldürüp kökünüzü kazıyacağız!” diyorlardı.

Kuşkusuz, tüm bunlarda, Yahudi ve Hristiyanların kendilerine inen sahih dinleri tahrif etmeleri ve kendi niyetleri ve kavrayış düzeylerine göre kurulu bir din meydana getirmeleri; daha sonra da ondan vazgeçememeleri büyük bir rol oynadı.

 

İslâm’ın hızlı yayılışı Hristiyan âleminde nasıl bir etkiye yol açtı?

İslâm’ın sebep olduğu teolojik tehdit yanında, Hristiyanların onu çok daha sıcak bir tehdit olarak algılamalarına neden olan faktör, Müslümanların çok kısa sürede çok büyük fetihler gerçekleştirmiş olmalarıydı.

Halife Hz. Ebubekir zamanında (634) Bizansa karşı bir zafer kazanılarak, Filistin topraklarına İslâm sancağı dikilmişti örneğin. Halife Ömer zamanında ise (634-644), Irak ve Suriyenin yanısıra, Hristiyanların yaşadığı Kudüs ele geçirilmişti. Müslümanların adaletli tavrını duyan Kudüs Patriği, bir antlaşmayla şehrin anahtarlarını halifeye teslim etmişti.

Hz. Osman zamanında. Peygamberin Medineye hicretinden tam 34 yıl sonra gelinen nokta ise şöyleydi: Batı’da Kuzey Afrikanın tamamı aşılarak İspanyaya ulaşılmış, Akdenizde Kıbrıs, Rodos ve Girit gibi önemli adalar alınmış, İstanbul kuşatılmış, Doğuda Çin içlerine kadar uzanılmış, Kuzeyde Ermenistan’dan Güneyde Hindistana kadar sınırlar genişletilmişti.

34 yıl içinde kazanılan bu muazzam başarı, ister istemez, Hristiyan âleminde çok büyük bir travma’ya yol açtı. Hakikati tasdik edilmeyen bir dinin mensupları, akıl almaz zaferler kazanmıştı. Dahası, 30-40 yıl öncesine kadar kendi içlerinde kabile savaşları yapan ve cehalet içinde yüzen Araplar tarafından!

Dünyanın yeni tablosu, İslâm’ı kesinlikle dikkate alınması gereken bir güç konumuna getirdi. Zahiren istilâ edilemez görünen Bizans İmparatorluğu bile, yedinci ve sekizinci yüzyılda haritadan silinme riskiyle yüz yüze gelmişti.

Yalnız bu noktada, Avrupada yaşayan Hristiyanlar ile Müslümanların fethettikleri topraklarda, özellikle Yakındoğuda yaşayan Hristiyanların İslâma bakışlarında çok ciddi bir fark vardı.

Yakındoğu Hristiyanları, meselâ Anadoluda Bizans İmparatorluğu içinde veya Şamda yaşayan Hristiyanlar, özellikle de yerel halk için İslâm hiç de büyük bir tehdit değildi. Tam tersine, kötü yönetilmelerine bir isyan duygusu içinde, İslâm’ın adaletine ilişkin işittikleri, onların bu yeni dine sempatiyle bakmaları için önemli bir sebepti. Nitekim, Müslümanlar fethettikleri toprakların çoğunda bu tip yerel Hristiyanların toptan din değiştirerek Müslüman olmaları sonucunda çoğunluk oldular.

Fakat aynı durum, Avrupa Hıristiyanları için geçerli değildi. Kilise ve devletiyle Avrupalı Hristiyan dünyası, tam bir savunma psikolojisi içine girdi ve kavgacı bir üslup takındı. İslâm’ı ve Müslümanları teolojik farklılıklardan da istifade ederek, tam bir ‘ötekileştirmeameliyesine tâbi tuttular. Hissettikleri tehdit algısı nedeniyle, anlamaktansa onları barbarlar ya da kafirler diyerek kötü göstermeyi ve es geçmeyi daha kolay buldular. Müslümanların şiddetli saldırılarıyla yüz yüze geldikleri için ortak tarih ve teolojik yakınlıklar ise fark edilmeden kaldı. 

 

Daha sonraki süreçte Hristiyan-İslâm ilişkileri hangi safhalardan geçti?

İslâm’ın Hindistandan İspanyaya kadar büyük bir güç olarak ortaya çıkışından sonra, o dönemde Karanlık Çağı’nı yaşayan ve sefalet içinde bulunan Avrupa, gerek sınır komşusu olan Müslümanlarda, gerekse geliştirilen ticarî münasebetler sonucunda İslâm coğrafyasında büyük bir refah ve zenginlik olduğunu gördüler. Bu, onların İslâm coğrafyasına iştahla bakmalarına yol açtı.

Buna ilâve olarak, o dönemde Avrupa kendi içinde ciddi karışıklıklar yaşıyordu. Kilisenin krallar karşısındaki konumu sarsılmaktaydı. Bu yüzden, Papa kendi topraklarını ellerinden almış olan Müslümanlara karşı ‘kutsal bir savaş’ başlatarak, hem Müslümanları İspanya ve Akdenizden söküp atmak, hem de kendi iktidarını yeniden tesis etmeyi amaçladı. Allah bu savaşı yapmamızı istiyor.” diyerek, Avrupalı Hristiyanları tarihte Haçlı Seferleri olarak bilinen bir dizi savaşa zorladı.

Savaşın görünüşteki nedeni, genelde Doğu Hristiyan âlemini, özelde kutsal şehir Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmaktı. Fakat Francis E. Petersin de belirttiği gibi, tarihin o döneminde Kudüsteki Hristiyanların herhangi bir savaş gerekçesi yoktu ya da tarihin o devresinde savaşmayı haklı kılacak Haçlılarla ilgili sıradışı bir olay meydana geliyor değildi.6 

Bu savaşı tanımlayan en iyi tabir, kutsala boyanmış bir talan”dı. Hristiyan idareci, şövalye ve tüccarlar, Ortadoğuda bir Latin Krallığı kurarak bölgenin siyasî ve ekonomik fırsatlarından yararlanmak istiyorlardı.

Haçlı Seferlerinin teolojik meşruiyetini sağlamak için o dönemde Avrupada çizilen hiçbir ciddi araştırma ve incelemeye dayanmayan İslâm imajı şuydu: İslâm sahte ve hakikatten bir sapmadır. Hz. Muhammed (haşa!) Hristiyanlık içinde sapkın bir mezhep kurucusudur. Hile ve büyü ile kiliseyi tahrip etmiştir. İslâm zorla ve kılıçla yayılan bir dindir. Ayrıca şehvanî arzuları kıran Hristiyanlığa nispetle, şehvet düşkünlerinin dinidir.

R. W. Southernin ifadesine bakılırsa, Haçlı Seferlerinden önce, Ortaçağ edebiyatında Muhammed ismi neredeyse hiç yer almıyordu. Ama Haçlı Seferlerinden itibaren Batı’daki herkes İslâm’ın ne anlama geldiğine ve Muhammedin kim olduğuna dair belli görüşlere sahipti. Bu görüşler gayet netti, ama kesinlikle bir bilgi değildi.7 Haçlı Seferleri dışında Hristiyan-İslâm ilişkilerinde diğer önemli safhaları, Reformasyon, Sömürgecilik dönemi ve Şarkiyatçılık çalışmaları oluşturdu. Bu dönemler boyunca, Avrupa Hristiyanlığına üstün bir konum atfedebilmek için İslâmiyete iftira edildi. Hz. Muhammed ve İslâm sürekli çarpıtılarak tasvir ve karikatürize edildi; daha doğrusu doğruluğuyla çok az ilgilenilerek bunlar üretildi.

Sık sık İslâma ve peygamberine çoktanrıcılık, domuz eti yeme, şarap içme ve gayri meşru cinsî münasebet gibi inanç ve eylemler yakıştırıldı. Hz. Muhammede Kiliseyi yok etmek amacıyla sihir yapan ve karışıklık çıkaran İsa aleyhtarı bir hilekar olduğu iftirası yapıldı. Batıda üretilen bir Peygamber biyografisinin gayrimüslim yazarı bu iftiraları, bakın nasıl bir saçma ve kör bir meşruiyete dayandırıyordu: Kökleşmiş bedbahtlığı, kötülük hakkında konuşulabilecek her şeyi aşan birinin kötülüğünden bahsetmekte beis yoktur.”8

Sonraki yüzyıllarda İslâm, Aydınlanmanın erdemlerinden bahseden yazarlar tarafından sürekli aşağılanmaya çalışıldı. Söz gelimi, Voltaire, Peygamberimizi teokratik bir tiran olarak resmetti. Ernest Renan ise, üzerinde çokça durulan konferansında, İslâm’ı bilimle bağdaşmaz ve Müslümanları da yeni bir fikri öğrenme ve kendilerini böyle bir fikre açık tutmada yeteneksiz” addedip azlederek, bilim, akıl ve ilerlemeyi ön sıraya koydu.9

Daha yakın tarihte ise, özellikle sömürgecilik hareketlerinin etkisiyle, Hristiyan-Müslüman ilişkisi, bir eksen kaymasına uğramış ve tarihsel altyapı içinde çok daha tümel bir şekle kavuşturularak Batı’nın (medeniyetinin); Doğuyu (medeniyetini) tanıması biçimini almıştır.

Sonuç olarak, İslâm’ın doğuşundan sonraki ilk on yüzyıl, Hristiyan âleminin çok daha fazla kuşatma altında olduğu orantısız bir yarışma iken, Coğrafî Keşifler ve Avrupa Sömürgeciliğinin yükselişi ile güç dengelerinde büyük bir kayma yaşanmış oldu. Sömürgecilik, özellikle on dokuzuncu yüzyıl ve sonrasında Müslümanların tarih ve psikolojisine hâkim oldu. Günümüze doğru İslâm ve Batı arasındaki ilişkileri çok belirgin bir şekilde etkileyegeldi. Bugün birçok Müslümanın hafızasında Avrupa merkezli devletlerin hâkimiyeti acı bir hatıra olarak süregelmektedir.

 

Hristiyanlığın günümüzdeki konumu nasıldır?

Her şeyin din ile açıklandığı ve dinin belirleyici olduğu Ortaçağ dönemine göre, aslında Hristiyan dünyası da Avrupanın on altıncı ve on yedinci yüzyıldan itibaren yükselmekte olduğu görüntüsü altında çok ciddi gerilemeler yaşadı.

İslâmiyete kıyasla Hristiyanlığın gelişmiş bir şeriata yaslanmaması, onu Reformasyon süreciyle karşı karşıya bırakırken, Bediüzzaman’ın ifadesiyle tarihî gelişmeler karşısında sürekli yırtılmasınaneden olmuştur.10 Dolayısıyla özellikle Sömürgecilik Döneminde Avrupalı devletler meşruiyetlerini kendi dinlerinin üstünlüğüne dayandırmaya çalışmış olsalar da, iç yapıda Hristiyanlık gerilemekteydi. Ortaçağ’da Avrupalı kralları Haçlı Seferlerine yönlendirerek Papa kendi otoritesini korumuş olmasına karşılık, on sekizinci yüzyıl ve devamında Avrupalı devlet liderleri, Papanın kendi üzerlerindeki otoritesini reddetmişler ve Kiliseyi işlerinden uzakta tutmuşlardır.

Dolayısıyla bugün karşımızda duran Avrupa medeniyeti, Bediüzzaman’ın yıllar öncesinde çok isabetle tespit ettiği gibi, Hristiyanlığın yön verdiği bir Avrupa değildir artık: Avrupa ikidir: Birincisi, “İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden”, diğeri ise felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek beşeri sefahate ve dalâlete sevkeden” Avrupadır.11 Bugün karikatür kriziyle de karşı karşıya kaldığımız Avrupa, birincisinden çok, ikincisi gibi gözükmektedir.

Bediüzzamana göre Avrupa medeniyeti içinde Hristiyanlığın geleceği de, belki çoğu Hristiyan için sürpriz sayılabilecek bir sona doğru ilerlemektedir ki, onun bu konudaki görüşü şöyledir: Nasraniyet ya intifa veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifâ bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını cami olan hakâik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.”12

Bu tespitler günümüz gerçekleriyle de uyum halindedir. 1962-65 yılları arasında, dünyanın hemen her ülkesinden gelmiş bulunan Katolik Kilisesinin en yetkili şahsiyetlerinden iki bine yakın delege piskoposun iştirakiyle toplanan Vatikan Konsilinin esas meselesi, 20. asrın sonlarında Hristiyanlıktan oldukça uzaklaşmış bulunan Hristiyan âlemini, yeniden Hristiyanlaştırma çarelerini arama olmuştur. Bunun için Hristiyanlık kendi kendisini yeniden gözden geçirmiş ve belki de tarihindeki en mühim birkaç değişiklikten birini gerçekleştirmiştir. Kilise dışında kurtuluş yolu yoktur” ilkesini esneterek, kilise dışında da kurtuluş yolu olabileceği ihtimalini içeren önemli değişiklikler yapmıştır.13

Aslında Vatikan Konsilinde alınan bu karar dünyanın biçimlenmeye başlayan yeni görüntüsüyle birlikte düşünüldüğünde, materyalizm, nefisperestlik gibi dinsiz akımlara karşı Hristiyanlığın zaten yeterince güçlü olmayan bir teolojiye sahip olmadığı için mü’minlerini muhafaza edemez hale geldiği ve er ya da geç İslâmiyetin kapısını çalmaya ve Müslümanlarla işbirliği yapmaya mecbur olduğunu akla getirmektedir.

 

Karikatür krizi iplerin koptuğu an mı, yeni bir başlangıç mı?

Doğrusu, bu sorunun cevabı nereden bakıldığı ve kimlerin karşılıklı konumlandırıldığıyla ilgili. Medeniyetler açısından bakıldığında, yaşadığımız bu kriz, sanki Samuel Hungtington’ın medeniyetler çatışması’ tezini doğrulayacak şekilde iplerin kopmak üzere olduğu izlenimi verdiğini kabul etmek zorundayız. Zira, birkaç karikatür nedeniyle, çok geniş bir coğrafyada büyük bir insan kitlesi sonu ölüme varan birtakım gösteri ve tepkilerde bulunmuştur. Avrupa medeniyetinin bugünkü hâkim temsilcilerinin, teskin edici yönde gayret gösterenleri bir yana, önemli bir kısmı da fikir ve ifade özgürlüğü’nün ardında ait oldukları medeniyeti savunma psikolojisiyle hareket etmişlerdir. Dolayısıyla iki taraf arasında ciddi bir gerginlik yaşandığı ve yüksek dozda bir heyecanla bunu çatışma boyutuna taşıdıkları söylenebilir.

Fakat sözünü ettiğimiz bu iki taraf’ı çok iyi analiz etmek zorundayız. Çatışma deyince zihnimize otomatik olarak düşen bu iki taraf, tüm enerjilerini ilk anda akla gelebileceği ve medyanın bize o şekilde sunmak için çabaladığı gibi, gerçekten dinden mi alıyor?

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu soruya evet demek çok zor gözüküyor. Her türlü haksızlığı ve aşırılığı haram saymış bir dinin peygamberine yapılan hakarete tepki göstermek için, suçu suçluya has kılmadan, bir ülkenin konsolosluklarına saldırmanın o dinin hakiki mü’minlerince tutulacak bir yol olmadığı apaçık. Öyleyse bu tepki enerjisini nereden alıyor?

Aslında bu sorunun basit bir cevabı var: Yüzyıllar süren sömürgecilik döneminin sömürülen ülkelerin tarih bilinçlerinde yol açtığı travma ve ardından son 10-15 yılda sömürgecilik dönemini komünizmin çöküşünden sonra yeniden iştahla canlandıran ABDnin Afganistanda ve en son Irakta yaptıkları, geçen ay boyunca her gün televizyon ekranına yansıtılan tepkilerin ana eksenini oluşturuyor. Yani insanlar kendi ülkelerine, hürriyetlerine, mallarına ve canlarına kasteden birilerine ve onların ait olduklarını düşündükleri medeniyet anlayışına tepki gösterdiler. Dolayısıyla, meydanda görülen tablo, Hristiyan-Müslüman çatışmasından ziyade, ezen-ezilenarasında yaşanan bir çatışmaya daha yakın duruyor.

Bu çatışmalar içinde din, dinî anlayış ve semboller ise tarafların kullandığı bir ‘çatışma diliolmaktan çok da öte bir anlam ifade etmiyor. Söz gelimi, Danimarkada karikatür krizinin ortaya çıkmasına neden olan gazetenin de destek verdiği, çoğunluğu gençlerden oluşan, Avrupanın diğer yerlerinde de son yıllarda yükselişe geçen aşırı milliyetçiler, gerçekten kendilerini samimi Hristiyan olarak kabul ettikleri için mi Müslümanlara ve onların kutsallarına saldırıyorlar; yoksa günden güne kötüye giden Avrupa ekonomisi ve kendilerinin işsiz kalmalarının nedenini yanıbaşlarında yaşayan Müslüman göçmenlere yıkmak onlara daha kolay geldiği için mi?

Aynı şekilde, hayatında inandığı dini kâmilen yaşayan, onun ilke ve prensiplerine uyan bir Müslüman için, zaten peygamberine iman etmeyen birilerinin sembol’ üzerinden yaptığı bir hakarete, sanki kendi dünyasında onun sadece bir sembolkadar değeri varmış gibi ve o sembolün üzeri çizilirse Hz. Muhammedden geriye (haşa!) hiçbir şey kalmayacakmış gibi dellenme boyutunda bir tepki göstermenin ne gibi bir anlamı ve haklı gerekçesi olabilir? Hem bunun akıllıca olduğunu kim söyleyebilir? Böyle bir tepki, Müslümanların kendisini karikatürleştirmez mi?

Böylesi bir olay karşısında bir mü’mine yakışan, vakar ve izzetini bozmadan, en uygun tepkiyi göstermektir. Meselâ bu son karikatür krizi karşısında gösterilebilecek en uygun tepkilerden birisi, aleniyet kazanmaması için görmezden gelmek olabilirdi. Aleniyet kazandıktan sonra ise, kısa vadede etkili bir boykot kampanyası yeterli olurdu. Uzun vadede ise, Suudi Arabistan’ın başlattığını duyduğumuz girişimi gibi, Hz. Muhammedin örnek hayatını konu alan bir siyer kitabını, Avrupa ülkelerinde dağıtmak ve yüzyıllardır bu konuda özellikle cahil bırakılmış Avrupalı halkların sahih bir bilgiye erişmesine vesile olmak, hayata geçirilebilirdi.

Müslümanlar olarak şunu unutmamalıyız ki, karşımızda dinin toplum ve devlet yönetimine hâkim olduğu dönemlerdeki gibi saf Hristiyanlığa bağlı ve onun hükümlerine göre iş gören bir Avrupa yok. Şeriatı olmayan Hristiyanlık, kendisini Hz. İsa ve Kilise duvarları arasına sıkıştırdığından beri, Batı dünyasında toplum hayatını Adam Smithlerin, Karl Marxların, Charles Darwinlerin.. ‘şeriatı’ yönlendiriyor. Ve onların şeriatı, Batı toplumlarını bugün tamamen dinden uzak, dünya hayatı içinde rehbersiz, bunalımlı ve çaresiz bir noktaya getirdi.

Vatikan Konsiline 1962 yılında Kilise dışında kurtuluş yolu yoktur” ilkesini esneten en büyük gerekçe de, işte budur. Hristiyan din adamları kendi toplumlarının gün geçtikçe dinî duygu ve yaşantıdan uzaklaşmalarını çaresizce takip ederken, yaşadığı onca karmaşaya rağmen İslâm coğrafyalarında Müslümanların hâlâ dinlerini yaşamakta oluşlarına gıpta ile bakmaktadırlar.

Bu noktadan bakıldığında, karikatür krizi ‘iplerin koptuğu anolarak tanımlanamayacağı gibi, bilakis özellikle Bediüzzamanm samimi İsevîler dediği ihlâslı Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında yeni bir başlangıç’ için daha da çabuk hareket edilmesi gereğini ortaya koymuştur.

Biz Müslümanlara düşen, dinimizin ve kutsallarımızın bir medya maymunluğuyla alt edilemeyeceğini, Din Sahibinin o kutsal değerleri kâinatın köküne dercettiğini bilerek, vakur hareket etmektir. En az peygamberimizi karalayan karikatürlere gösterilen tepkilerdeki heyecan düzeyinde, onun sünnetini hayata geçirmeye çalışmaktır. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, diğer din müntesipleri mutlaka fevc fevc İslâm dairesine katılacaklardır.”14

Ehl-i Kitaba gelince, onlara söyleyeceğimiz son sözümüz ise şudur: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer yine yüz çevirirseniz, işte o zaman, şahit olun ki biz Müslümanlarız!”15

 

Dipnotlar:

1- Bkz. Elmalılı Tefsiri, İsra Suresi tefsiri içinde.

2- Yuhanna İncili, 16. bab

3- Zebur, 72. bab

4- Ayrıntılı bilgi için bkz. M. A. Köksal, İslâm Tarihi, 1. cilt

5- Zaten Hz. Muhammedi savaşlara iştirak etmeye sevkeden faktör, Allah’ın vahiy yoluyla ona savaşmasını emretmesiydi. Bu hususta bkz. Bakara, 190-193, 216

6- Francis E. Peters, The Early Muslim Empires”, New York: Praeger, 1984, s.85

7- R. W. Southern, Western Views of Islam and the Middle Ages Cambridge, Mass.: Harvard U. Press, 1962, s.2

8- R. W. Southern, Western Views of Islam and the Middle Ages Cambridge, Mass.: Harvard U. Press, 1962, s.14

9- Albert Hourani, Europe and the Middle East, s.2

10- Risale-i Nur Külliyatı

11- a.g.e.

12- a.g.e.

13- http://www.vatican.va adresindedir.

14- Risale-i Nur Külliyatı

15- Âl-i İmran, 6