Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir... Sonun başlangıcı yoktur... Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü eğlenerek geçirin... İman, ahiret, ibadet, helal, haram, ölüm gibi size sorumluluk getiren, zevkinizi kısıtlayan kavramları düşünmeyin... Sınırsız özgür olun, canınız ne isterse onu yapın... Vur patlasın çal oynasın yaşayın...
Söylediklerinin özü, bunlar... Bir hayat felsefesi işte... Epikür isimli bir adamla birlikte anılır bir düşünce biçimi... Zevkinin ardından gidenlere Epiküryen de derler... Gerçi başka türlü tanımlamış o, daha yüce bir hazdan söz etmiş... Ama lafta kalmış söyledikleri... Allah ile ilintili olmayan bir haz arayışı maddeden, bedenden öteye gidemezdi zaten... Nitekim gitmemiş...
Kitaplarda hedonizm derler bu anlayışa... Dilimize “hazcılık” diye çevrilebilir... “Hayatın gayesi hazdır... İyi demek haz demektir... Bilgilerimiz, duygularımızla aldıklarımızdan ibarettir.” derler...
Felsefe, “Gülelim, eğlenelim, kam alalım dünyadan” dizesiyle özetlenebilir...
MUTLU AZINLIK FELSEFESİ
Konuyu “kapsam” açısından ele alalım önce... Hazcılık, bir “mutlu azınlık” felsefesidir. Pek az sayıda insanı içine alıyor, toplumun ekseriyetini dışarıda bırakıyor. Dünya ölçüleriyle her bakımdan varlıklı bir grubun felsefesi olmaktan ileriye gidemiyor.
Toplumun ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar, kalbi kırıklar oluşturur. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak ancak belli kişilere vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin.
Karnını doyuramayan fakire, ıstıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara “Ye, iç, eğlen, keyfine bak!” demek komik olur bence... Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere ahirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli bulabilir... Hastalar, güçsüzlüğünü anlayıp yaratıcısına sığınmakla huzura kavuşur. Beli bükülmüş, geçici zevklerden elini çekmek zorunda kalmış yaşlılar, ölümün yokluk olmadığını, sonsuz bir âleme gitmek için araç olduğunu düşünmekle korkulardan, kaygılardan, kederlerden kurtulabilirler...
“İnsanlar bir vücudun azalarıdır.” Organların karşılıklı yardımlaşmasıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da bireylerin dayanışmasına, birbirleriyle olumlu manada ilgilenmelerine bağlı. Vicdan sahibi her insan, öbür insanlara merhamet eder... Etmelidir de... Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ıstıraplarına kayıtsız kalabilenler, insanlık özelliklerini yitirenlerdir. Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara, titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece keyif için yaşayanlara “insan” diyemem. Tanım izin vermez!
SEN ÇALIŞ BEN YİYEYİM
Hazcılar, çalışmayı sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, keyiften fedakârlık etmeyi gerektirir. Şu halde zevk için harcanacak parayı nerden sağlayacaklar? Kuşkusuz, safların, masumların, zayıfların sırtından... Bu nedenle, toplumda zevkçilik arttıkça vurgunculuk da çoğalır. Bir yanda yolsuz kazancı yol edinenler, öte yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar... Dünya, ezenlerle ezilenlerin bir arada oldukları bir arena...
Zevk gaye olalı aile kurumu da zayıfladı... Toplumun çekirdeği olan aile ancak özverilerle ayakta durabilir. Kadını “yasak arzuların aracı” kabul eden kafa, “şefkat kahramanı anneyi” tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır... Doğmadan öldürülmeli... Yaşasın nüfus planlaması!
Aşiretleri devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir bir millete özgürlük kazandıranlar, ülkü adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış toplulukları ayaklandıran, coşturan, yüce hedeflere koşturanlar, alp erenlerdir. Kişisel arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Rahat döşeğine rahat için yatanlar, özveride bulunamazlar... Benciller, ölüme gülümseyen, mana için yaşayıp, dava için ölenleri anlayamazlar... Bunlar, hazlarının ardında yürürken çürümekle kalmaz, toplumu da çürütürler...
Beyinleri midelerine inmiştir... Maddî zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni hazları hayal etmekle geçer.
Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar tat vermez olur. O zaman yeni zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları alkoldür, esrardır, uyuşturucudur artık. Uyuyan, uyuşan, sızan bir toplum ortaya çıkar.
Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Özgürlük kapısı kapanmaya, esirlik kapısı açılmaya başlar. Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar bir bakıma ölüdürler. Ölülerse, ellerindekini koruyamazlar. İşte bunun için, maddeci odaklar, hazzı hayatın biricik gayesi olarak gösteriyorlar!
BİR ARAÇTIR HAZ...
Haz bir araç... Zevkini kovalar insan, lezzetinin ardınca gider... Gereklidir bunlar hayatın sürdürülebilmesi için... Ve insan soyunun... Yiyeceklerde, içeceklerde lezzet olmasaydı yiyemez, içemez, zorunlu ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayatımız devam etmezdi... Evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilir, biter, tükenirdi. Bir lezzet koymuş Yaratıcı erkekle kadın arasına...
İnanmak için yaratıldı insan, Allah’ı tanımak üzere gönderildi dünyaya... Bunu yapabilmek için de yaşamalı, soyunu sürdürmeli... Yanlış olan, aracı amacın yerine koymak... Zevki için yaşayan, atını doyurup kendisi aç kalan adama benzer...
Zevkin, hazzın, lezzetin yaratılmasının bir amacı daha var... Biz, bu dünyaya bir sınav için gönderildik, ücret almaya gelmedik dünyaya... Ödülümüz ahirette... Her padişah gibi şu kâinatın sahibi olan Allah’ın da bazı yasaları var... Yapmamız gerekenlerin yanında yapmamamız gerekenler de bildirilmiş... Sınanıyoruz...
Zevkin sınırları işte bu sınavın gereği... Bizden, yasal alanda kalmamız isteniyor... Canın ne isterse onu yapamazsın... Özgür irademiz var, seçebiliriz... Yasalara uyup cenneti kazanmak da elimizde, sınırları aşıp cehennemi hak etmek de...
ÖLMEYEN ÖLÜM...
Allah’ı tanımayan, ahireti bilmeyen, kulluk bilincine ermeyen kişi dünyada da mutlu olamaz... Dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde acısı başlar. Ölüme dek sürer gider bu nöbet. Hazların gelip geçici olduğunu düşünmek bile hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inanan insanlardır.
Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah kalıcıdır. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya gücü yeter. Bu dünyada vermese bile, sonsuz mutluluk yeri olan ahirette verebilir. Lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek anlamsızdır.
Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, bilse ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa, o yine verecek, sevinir, lezzetini tam alır. İşte, inanan insanın nimetlerden aldığı lezzet de buna benzer.
İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik, akıl... Fakat bu akıl, yerinde kullanılmazsa başa bela olur. Geçmişi hatırlar, geleceği düşünür... Geçen güzel günlerini hatırlayınca acı çeker, hayıflanır insan... Gelecek zaman ise, bilinmeyen tehlikelerle dolu. Kaygı verir insana, korkutur onu...
Ölümü her şeyin sonu sanan için, geçmiş zaman bir yoklar ülkesidir. Gelecek ise, kendisini de, sevdiklerini de yutacak bir ejderha ağzıdır. Allah’a teslim olmayanın ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, ama iç dünyası acılarla cehenneme dönmüştür.
Oysa inanan kişi için ölüm yokluk değil bir başlangıç... Daha güzel bir dünyaya geçiş aracı. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın emrinde. Dünya da, içindekiler de gidici, ama o kalıcı. Eğer insan bu dünyada sonsuza dek yaşayacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Her yerde ölümle hayatın kavgasına tanık oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz.
Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Baharın, yazın yapraklarla, çiçeklerle süslenen ağaçları, kışın kefenlere bürünüyor... Masmavi göklerde özgürce uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. “Elif” gibi dik duran gençler, bir de bakıyorsun “dal” gibi eğilmişler. Zevk cilasıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi bırakıp gidiyorlar. Bütün yollar mezara çıkıyor...
Kuşkusuz biliyoruz ki bizim de sonumuz ölüm. Hayattan hiç de geri kalmayan bir gerçek, ölüm... İnsandan beklentileri var ölümün, bir şeyler istiyor... Ama ne? İşte, insanın en önde gelen sorunu bu... Hiç kimse nemelazım diyemez ona...
Hazcılığın sonu, pesimizm... Yani karamsarlık felsefesi... Çünkü “devam etmeyen şeyde lezzet yoktur.” Dünya nimetlerinin sonu var... İnsan da silinip gidecek yeryüzü sayfalarından... Nasıl mutlu olabilir bunu bilip dururken!
Aklı uyuşturan maddelerin zengin toplumlarında çoğalması da bundan... Maddeye doymuş bireylerden oluşan toplumlar... Ne isterlerse önlerinde hazır... Ama kendilerini öldürüyor bu insanlar... Mutluluk yok hayatlarında... Kendinden, hayatından memnun bir insan niye öldürsün kendini...
Hazza tapınan kişi, ölüm karşısında titrerken, Müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrail, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle düğün alayı birdir.
Gidiş, sonsuz merhamet sahibine olunca, ölüme gülümseyebilir insan...
RUH AYRI NEFİS AYRI
Batılı bazı psikologlar, nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek, psikolojik açıklamaları bu yanlış kabule dayandırmak oluyor. İşte tavsiyeleri:
“Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin.”
Bu fikirler kabul de görüyor. Günahlar, bilimsel kılıklara bürünerek yasallaşıyor. Böylece, azgın tutkularına sınır koymayan “bilimsel sapıklar” ve “aydın zalimler” çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara yem yapılıyor...
Hâlbuki ruh ayrı, nefis ayrı varlıklar. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, özellikleri taban tabana zıt... Birinin hoşlandığından diğeri tiksinir.
Nefis, kötülüklere tutkundur. Lügatinde “doymak” kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyancıdır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir. Sonunda öyle bir yere gelir ki, “hayatın gayesi zevktir” yargısını verdirir insana. Sorumluluktan kaçar. İlkeler, kurallar, yasalar, onun en sevmediği kavramlardır. Ahlâkı da bunun için sevmez. Dine bu yüzden düşmandır, yok etmek ister onu... Çünkü başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatıyor insana. Allah’a isyanın nankörlük olduğunu söylüyor...
Ruhun da kendine özgü gıdaları var... O, gerçek ilimle olgunlaşır, ibadetle nefes alır, düşünmelerle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, kendine verilen nimetler için şükretmek en önemli görevidir. Bu yolla, geçmişin acılarından ve geleceğin kaygılarından kurtulur... Teslim olup, tevekkül edip huzura kavuşur.
Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar... Düşünen ruh, bu gerçeğin farkına varır. Bilir ki, sadece maddî zevkler için kullanılan yetenekler değerlerini yitirirler. Aklını midesine, kalbini cinsel isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları mümkün mü?
Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde mutluluktan söz edilebilir mi hiç!