TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayatın Kaynağı Elementlerde Midir?

Soru: Adına hayat denen, yaşam denen ya da canlılık denen şeyin aslı nedir? Bu hayatı her birimiz yaşıyoruz. Solukluyoruz. Ama tarifini tam olarak yapamıyoruz. Gerçekten nedir hayat? Rengi, şekli, yapısı nasıldır? Ve asıl ilginç olanı, hayatın kaynağı elementlerde midir?

 

Cevap: Hayatı ya da canlılığı, bir takım özellikleriyle tanımlarız. Bir canlı; büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tâbidir. Aynı zamanda, aldığı besinleri sindirme özelliğine sahiptir. Bu tanım sadece canlıyı cansızlardan ayırmaya yarar. Ama canlılığın mahiyetini bize anlatmaz.

Hayatı yakından tanımak için mesela bir tavuk yumurtasını ele alalım. Bu yumurtadan, uygun şartlarda 21 günde civciv çıkmaktadır. Yürüyen, yiyip içen, korktuğu zaman kaçan hayat sahibi bir varlık. Bu civcivi veren yumurta, halk tabiriyle, kabuk ve onun altında bir zar ile sarı ve beyazdan meydana gelmektedir. Bilim diliyle ifade edilmek istenirse, belli oranlarda ve miktarlarda; sodyum, potasyum, azot, karbon, hidrojen ve oksijen gibi elementlerden meydana geldiği söylenecektir. Peki, bu elementlerde, hayatla ilgili bir özellik var mıdır? Yani, korku, endişe, acıkma ve susama hissi bu elementlerde mevcut mudur? Değildir. Varlıkları teşkil eden elementler yaklaşık 114 tanedir. Bu cansız elementlerin hiç birisinde hayatın özellikleri mevcut değildir. Tek tek her birisinde bulunmayan özellik, bütününde de bulunmayacaktır. Dolayısıyla 114 cansız elementin bir kısmının bir araya gelmesiyle bir canlı meydana gelmeyecektir.

Hayat ya da canlılık, kâinatın bir özü ve hülasasıdır. Yani, hayat adeta kâinattan süzülmüş bir nurdur. Hayat, Allah’ı gösteren en açık bir delildir. O’nun güzel bir sanat eseri ve merhametinin tecellisidir.

Hayat, herhangi bir sebebe bağlı olmadan Allah’ın rahmet ve inayetini, lütuf ve merhametini gösteren en açık bir delildir. Hayat sahibi bir canlı, Allah’ın Halık, Rezzak ve Musavvir gibi pek çok ismini göstermektedir. Güneş ışığının yedi renkten oluştuğu gibi, hayat da pek çok özellikleri kendisinde barındırmaktadır. O özelliklerden bir kısmı, duygular vasıtasıyla gelişir, bir kısmı da hissiyat suretinde kendilerini gösterirler. En alt mertebede olan bitki hayatı ve o hayatın en birinci derecesi olan çekirdekteki hayat düğümünün (embriyonun) uyanıp açılarak gelişmesi çok açık ve yaygın olarak cereyan ettiği halde, bu hayatın mahiyeti ilk insan Hz. Âdem zamanından beri insanlığın nazarında gizli kalmıştır.

Madem insanı teşkil eden atom ve elementlerde hayat ve canlılık yoktur. Ferdinde olmayan bütününde de bulunmaz kaidesiyle, her bir atomda bulunmayan hayat özelliği, atom topluluklarında da olmayacaktır. Demek ki, insanda bulunan hayat özellikleri, ona dışarıdan bir hayat sahibinden aksetmektedir. Tıpkı, ırmaktaki su damlacıklarına parıltıların güneşten geldiği gibi. Bu durumda insan, bir ayna gibi, Allah’ın bir takım isim ve sıfatlarını yansıtmaktadır. Mesela, insanda bulunan ilim, malikiyet, kudret, işitme ve görme gibi bir takım sıfatlar, O’nun bu vasıflarına işaret eder. İnsan; “Ben nasıl bir takım şeyleri görüyorum, Allah da her şeyi görür. Ben nasıl bu haneye sahibim, Allah da bütün kâinatın sahibidir.” der. Böylece insan, kendisinde tecelli eden isim ve sıfatlarla Allah’ın o sıfatlarının ve isimlerinin manasını, akıl vasıtasıyla bir derece anlar ve bilir.

Hayvanlarda bu sıfatlar olmadığı gibi, bunları değerlendirecek akıl ve muhakemeye de sahip değillerdir. Mesela, bir koyun, Allah’ın ilim sahibi olduğunu bilemez. Çünkü, kendisinde bu ilim sıfatı bulunmadığı gibi, böyle bir muhakemeyi yapacak akıl da yoktur. İşte insanı diğer varlıklardan üstün kılan vasıf ve özellik de budur. Yani insan, kendisindeki akıl vasıtasıyla mantıklı düşünmekte ve bütün mahlûkat üstünde bir mevkiye sahip olmakta ve Allah’a böylece muhatap olabilmektedir. Eşrefi mahlûkat, yani, varlıkların en şereflisi olma vasfını ve makamını kazanmaktadır. İnsanın kıymet ve değeri de, kâinattaki varlıkların yaratılış gaye ve vazifelerini tefekkürle, bunlar hakkında fikir yürütmekle artmaktadır.

İnsanı meleklerden üstün kılan özelliği, onun kâinattaki varlıkları inceleme ve anlama yönündeki tefekkürü ve düşüncesi sebebiyledir. Çünkü meleklerin her biri, belli bir görev ve ibadetle vazifelidir. Birisi daima kıyamda iken bir başkası secdededir. Fakat insan, bütün ibadet nevilerini anlayıp yapabilmektedir. Bir melek, insanın açlık ya da susuzluk eleminin giderilmesinden aldığı lezzetin ve ettiği hamdin derecesine yetişemez. Çünkü, melaike acıkmaz ve susamaz. Dolayısıyla o ihtiyaçların giderilmesinden elde edilen lezzeti bilemediği için, bu konuda Allah’a şükür ve teşekkürü de insanın seviyesine çıkamaz. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın Şafi isminin tecellisini melaike bilemez. Çünkü, onlar hastalanmaz. Ama insan, hastalıktan sonra elde ettiği sıhhat nimetinin değerini ve o sıhhati vereni, meleklerden daha fazla takdir eder ve O’na teşekkür manasında hamd ve ibadet eder.

İnsanı böyle bir makama çıkaran düşünce ve anlama kabiliyet ve kapasitesi, elementlerde mevcut değildir. Bu özellik ancak hayat vasıtasıyla insana aksetmektedir. İşte insan, sahip olduğu hayat vasıtasıyla, gayet geniş ve külli ve umumi bir tefekkür ve düşünce ile bütün varlıkların üstünde bir mevki almakta ve bütün kainatın yaratıcısı olan Allah’a hamd ve şükürle, ibadet ve kulluk ile muhatap olabilmektedir.

Günümüz ilim camiasında hakim olan felsefe materyalist felsefedir. Bu felsefe, her şeyi atomlarla ve madde ile açıklamaya çalışır. Halbuki, böyle mekanistik ve materyalist bir yaklaşımla hayat olayını açıklamak mümkün değildir. Çünkü, görme, işitme, zevk alma, acı çekme, öfke, akıl, hayal, sevgi ve muhabbet gibi hayatın özellikleri, atom ve moleküllerin yapısında bulunmamaktadır.