TR EN

Dil Seçin

Ara

Duyularımızın Kaynağı

Görme, işitme, tad alma gibi duyularımızın beyin ve sinir sisteminin işlevleri olduğuna dair yaygın bir kanaat olduğu malumdur. Göz dibimizde ışığa, iç kulağımızda işitmeye, dilimizde tad almaya hassas, diğer duyularımızla da ilgili doku veya organlarımıza özgün reseptörler, yani bir nevi alıcı antenler mevcuttur. Bu antenler uyarıyı aldıktan sonra hep aynı şekilde görevlerini yaparlar. Nöronların yüzeyinde bulunan bu antenler uyarıyı aldıktan sonra nöronlar bunu elektrik uyarısına çevirip beyinde ilgili bölümlere uyarıları iletirler. Beyinde görme, işitme gibi tüm duyular için o duyulara özgün bölgeler vardır. Ama bu bölgeler sonunda yine birbirine benzer beyin hücrelerinden yani nöronlardan oluşan hücre gruplarıdır. Klasik tıp bilgimiz bize duyuların beyindeki ilgili bu bölgelere ulaşan uyarılarla ortaya çıktığını söyler. Ama aslında işin ilginç kısmı tam bu noktada başlamaktadır.

Yukarıda özetle bahsedilen duyuların algılanması ve beyine iletilmesi hususunu tekrar ele alalım. Öncelikle birbirinden çok farklı özelliğe sahip olan bu duyuları farklı televizyon kanallarına da benzetebiliriz. Her duyuya özgün bir frekans vardır ama yukarıdan da anlaşılabileceği gibi sonrası birbirine çok benzemektedir. Yani bu alıcı antenler de bunları barındıran sinir sistemi hücreleri de hatta sinyallerin beyine ulaştığı bölgelerdeki nöronlar da yapısal olarak birbirine çok benzer. Tabii ki bu noktada insanın aklına şöyle bir soru gelmesi beklenir: Peki o zaman birbirinden bu kadar farklı özelliğe sahip, renk, ses veya tad algısı gibi algılar yapısal olarak çok benzer olan bu sinir hücrelerinden nasıl ortaya çıkmaktadır? Hatta sadece ışığı bile ele alsak mavi ve kırmızı renk antenleri farklı özellikte bile olsa onu ileten hücreler aynı yapıda olduğuna göre bu iki farklı renk algısı nerede ortaya çıkar? Yine klasik tıp bilgilerimize başvurduğumuzda bunun cevabı beynin ilgili bölgesinin bir işlevi olduğu şeklinde izah edilir. Ama bu hücreler de yapısal olarak neredeyse birbirinin aynısıdır. Sonuçta antenden sonraki olay hemen hemen aynıdır, elektrik uyarısının beyine bir nevi kablolarla iletilmesidir. Gökyüzünün mavi rengini algılamamızla, bir sesi algılamamızın birbirinden nitelik olarak ne kadar farklı olduğunu bir an için tefekkür edelim. Nasıl birbirinin yapısal olarak aynısı olan bir grup beyin hücresi uyarılınca ses, diğer grup uyarılınca da belli bir renk algısı ortaya çıkabilmekte? Demek ki duyuların algılanmasını sadece bu kadarla izah etmek mümkün değil.

Aslında bu konuda biraz daha tefekkür edersek olayın gelen uyarıdan da bağımsız olduğunu görebiliriz. Nasıl olsa antenden sonraki işlev neredeyse aynı olduğuna göre, gelen uyarıların sonundaki renk, ses gibi algılardan bağımsız olduğunu yani aslında onlarla hiç alakası olmadığını göstermemiz de mümkün. Örneğin mavi renk reseptörlerinin bağlı olduğu nöronlardan çıkan bir nevi kabloya benzeyen nöron uzantılarını, kulaktaki ses uyarısını ileten nöron uzantılarıyla değiştirdiğimizi varsayalım. O zaman mavi renk ile uyarılan göz dibimizdeki renk reseptörlerini uyaran ilgili ışık bu antenleri uyarınca ve bu uyarı beyine gidince mavi renk görmek yerine bir ses duymamız gerekir. Tersi de, ses dalgaları kulağımızdaki antenleri uyarınca beyinde ilgili bölgeye götüren kablolar değiştirildiği için bu sefer de ses duymak yerine mavi renk algısı ortaya çıkacaktır. Buradaki basit örnekten de anlaşılabileceği gibi, demek ki bu işlemlerin sonunda algıladığımız duyularımız dışarıdan bize gelen bu uyarılardan bağımsızdır. Evet, o uyarılar bu antenleri uyarır ama o antenler başka şekilde de uyarılsa yani ileten kablolar birbiriyle değiştirilse veya hatta direk beyinde ilgili bölgeye bir iğne ile dokunsanız yine bu algılar ortaya çıkacaktır. Nitekim bazı beyin ameliyatlarında bu müşahede edilen bir durumdur.

İşte duyuların algılanması olayının perde arkasında bu antenlerin, kabloların veya hatta beynin dışında bir şeyler olması gerektiği bu olayları tefekkür ettiğimizde kolayca anlaşılabilmektedir. Yani beynin de uyardığı ve fiziksel yapının dışında bir yapı olduğu bu şekilde anlaşılabilir. Aynı zamanda gelen uyarının da sonundaki duyu algısından da aslında bağımsız olduğu gerçeğini de kolayca görebilmekteyiz. İnsanın maddi bir yapıdan ibaret olmadığını ispatlayan bu konuya aslında Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’deki farklı âyetlerde çok güzel işaret buyurmuş: “İçtiğiniz suya ne dersiniz?! Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde şükretseydiniz ya!..” (Vâkıa Suresi, 68-70)

Dileseydik onu acı bir su yapardık. Yukarıda irdelemeye çalıştığımız konuyu tekrar düşünerek bu âyeti tefekkür edelim. İlk anda bunları düşünmezsek şu aklımıza gelebilir: Zaten su tatlıdır, nasıl acı olabilir ki? Dikkat edelim âyette suya acı bir şey katardık demiyor, onu acı yapardık diyor. Peki aslında tatlı olan suyu biz acı olarak algılayabilir miydik? Duyularımızın ortaya çıkışının aslında gelen uyarılardan bağımsız olduğunu söylemiştik, yani o zaman bu sorunun cevabı “evet” olacaktır. Yani aynı su dilimizdeki daha tatlı duyguyu veren antenleri değil de acı reseptörlerini uyarsaydı aynı suyu acı olarak algılamayacak mıydık? Bazı hastalıklarda ağız tadımızın nasıl değiştiğini düşünelim. O zaman bu âyetlere bu gözle bakılınca ne kadar muazzam bir gerçeğe işaret edildiği yalın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yine Yüce Kitabımızda geçen bir âyet:

“Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır.” (Nahl Suresi, 13)

Çeşitli renklerin yaratılmasının tefekkür edilmesi gerektiğine kuvvetli bir işaret olan bu âyet de renk algısının, farklı renklerin olmasının öğüt alınması gereken bir husus olduğuna işaret etmektedir. Yukarıdan da anlaşılabileceği gibi göze gelen ışığın belli bir tayfı renk görmemize vesile olmakta ama renkler aslında bu ışıktan bağımsız. Yani renkler tıpkı diğer duyularımız gibi değişik alıcıların, nöronların beynin aracılık ettiği ama aslında tüm bunlardan bağımsız olgular. Bütün bunlar aynı gerçeğe işaret ediyor. İnsanın fiziksel yapısı dışında bir şeyler daha var, yoksa bu kadar farklı olgular nasıl sadece elektrik sinyallerinin sonucu olabilir?

Tabiata yukarıda izah edilen bilgilerin ışığında tekrar ve başka bir gözle bakalım. Demek ki gökyüzünün renk özelliği mavi olduğu için değil gökten gelen belirli ışık dalgaboyu mavi görme reseptörlerimizi uyardığı için maviymiş. Yani aynı ışık dalgaboyu eğer mavi değil de kahverengi görmemize vesile olan reseptörleri uyarsa o zaman gökyüzünü kahverengi görürdük. Âyette işaret ettiği gibi çiçeklerdeki, diğer bitkilerdeki, hayvanlardaki muazzam renk ahengi demek ki bizim için özel olarak seçilip yaratılmış. Biz aslında güneşten gelen ışığın çok sınırlı bir dalga boyunu görebiliyoruz. Örneğin, kızılötesini göremiyoruz. Eğer sadece kızılötesini görseydik tabiatı çok farklı bir şekilde görecektik. Şimdiki gördüklerimizi aynı şekilde görmemiz mümkün olmayacaktı. Tabii bu analojiyi tabiattaki duyularımıza hitap eden diğer şeyler için de kurabiliriz. Yine âyette belirtildiği gibi isteseydi Rabbimiz suyun acı reseptörlerimizi uyarmasını sağlardı ve biz de acı acı mecburen o suyu ilaç gibi içmek zorunda kalırdık. Güzel bir bülbül sesini düşünün. Eğer aynı ses dalgaları bizi çok rahatsız edecek sesleri uyaracak reseptörlerimizi uyarsaydı bu güzel kuşların sesi bizim için çok rahatsız edici bir ses olacaktı. Sivri bir şeyi elleyince veya sıcak bir şeye dokununca acıma hissi uyanmasaydı, o zaman ortam bizim için çok tehlikeli bir hale gelirdi.

Bu konunun anlaşılmasını kolaylaştırdığı başka bir mesele de birbirinden nitelik olarak bu kadar farklı olan ve herbiri birer nimet olan duyularımızın cennette çok daha güzelleri ile zenginleştirileceği gerçeğidir. Duyuların ve algılarımızın tabiattan bağımsız yapıları göz önüne alındığında, çok daha farklı algılamaların yaratılabilmesinin de Rabbimizin tasarrufunda olduğu akla gelir. Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Allah azze ve celle: Ben iyi kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım, buyurdu. Allah’ın kitabında bunu tasdik eden delil şu âyettir: “Artık yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne sevinçler saklandığını hiç kimse bilemez.”

Demek ki tabiata bakarken düşünüp öğüt alınacak çok şey olduğunu farkederek bakmak için bu gerçekleri tefekkür etmemiz bizim için gerekli. Duyularımızın kaynağının tabiatta olmadığını, tabiattan bize gelen uyarıların sadece onları uyarmaya vesile olduğunu kendinize sık sık hatırlatarak bir gün geçirmeyi deneyin, bunu bütün duyularınız için yapın. Çok farklı ve hikmet dolu bir pencerenin size açıldığını farkedeceksiniz.