Bir dostumla mağazada karşılaştık. Çıkmak üzereydim.
“Çok kısa bir işim kaldı.” dedi. “Aceleniz yoksa biraz beraber olalım.”
Öyle yaptık.
Bir süre birlikte yürüdük. Biraz ülke meselelerinden söz etti, bazı yorumlar getirdi, birtakım tahminlerde bulundu. Kendisini içtenlikle dinliyor, arada ben de bir şeyler söylüyordum.
Bir köşeyi döndüğümüzde, sohbetin yönü de bir anda değişiverdi.
“Şu karşıdaki muhteşem binayı görüyor musun?” dedi. “Orası belediyenin imar plânında yeşil saha idi. Park ve bahçe yapılacağı söylentileri yoğunluk kazanmıştı. Bir sabah kalktığımızda bir özel firmanın iş makinelerince koca arsanın hafriyatına başlandığını gördük. Sorduğumuzda burada dev bir inşaat yapılacağını hayretle öğrendik.”
Konumuz değişmişti. Şehrin sahipsiz olduğundan, kanunların yeterince işlemediğinden yakındı. Kısa yolculuğumuzun da sonuna gelmiştik. Karşılıklı üzüntülerimizi dile getirerek tokalaştık ve ayrıldık.
Ben birkaç adım yürüdükten sonra durdum. Geri dönüp binayı seyre koyuldum.
Hayalim beni daldan dala atlatıyordu:
İmar plânının değişmesi için araya konulan üst düzey yöneticiler; kurmay bürokratlar.
Yetkililerle yapılan ikili görüşmeler, devlet malını gasp etme konusunda uzmanlaşmış üçüncü şahıslarla kurulan temaslar.
Onların her tarafa uzanan yer altı örgütleri.
Söylenen yalanlar, verilen rüşvetler.
O büyük hayalin gerçekleşmesi için kâfi gelmeyen şahsi mal varlığı. Başvurulan konut kredileri; yenilen faizler.
Tamamlanan binadan elde edilen haksız kazançlar.
Bütün bunları üst üste koyduğumda o binadan daha yüksek bir vebal ve haram binası canlandı hayalimde. Yüzlerce insanın kaynaştığı o yüksek bina, nazarımda bir an için günahlarla dolup taşan koca bir amel defteri oldu. Mevcut bina bir gün ömrünü tamamlayarak yıkılacak, yıkılmasa da kıyamette yerle bir olacaktı, ama bu ikinci bina, bu günah apartmanı o dehşetli mahşer meydanında bütün ağırlığıyla sahibinin üstüne çökecekti.
Başımı silkerek bu hayalden kurtulmaya çalıştım ve yoluma devam ettim. Fakat bir kere hayalim ve zihnim bu konuya kilitlenmişti. Neye baksam, hangi işe koyulsam hemen meselenin “kul hakkı ve ahiret” boyutu aklıma geliyor, beni başka iklimlerde dolaştırıyordu.
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” hadis-i şerifini hatırladım. O bina da dünyadan bir kesit idi ve ahiret namına çok menfi sonuçlar vermişti. Ama dünya o binadan ibaret değildi. Kazanılan her para, elde edilen her makam, yapılan her iş, ahiret için sevap yahut günah meyveleri veriyordu.
Aldığı ücretin hakkını vermeyen işçi de, işçisinin hakkını vermeyen işveren de, bu dünyada geçici bir menfaat elde etmiş görünüyorlardı, ama ahiretleri namına büyük bir zararın içindeydiler, tıpkı o binanın sahibi gibi.
Evlerimiz, sokaklarımız, işyerlerimiz, resmî dairelerimiz bir taraftan insanlarla dolup taşarken, diğer taraftan birbirinden çok farklı imtihanlarla çalkanıp duruyordu.
Her konuşma, her düşünce, her bakış, her dinleyiş doğru ya da yanlış olma şıklarından birine giriyordu. Bunlardan birincisi saadete, ikincisi hüsrana doğru atılan bir adım gibiydi.
Aradan birkaç gün geçti. Yol kenarında bir ağacın altında oturup bakışlarını belli bir noktada âdeta dondurmuş birine gözüm ilişti. Bu garip adamı, o binaya bakar gibi uzun süre seyredemezdim. Birkaç saniye baktım ve yoluma devam ettim.
Bu adam acaba ne düşünüyor, ne hayal ediyordu. “Demek ki,” dedim kendi kendime, “insan otururken de bir şeyler yapıyor; ya doğru ya da yanlış.”
Üçüncü bir şık daha vardı, o da malayani. Yani günah veya sevap olmayan, ne dünyaya ne de ahirete yarayan faydasız işler, boş düşünceler, ham hayaller. Bunlarla vakit geçirmek, tarlanın bir bölümüne hiçbir şey ekmemeye benziyordu. Böyle insanlar, kovanını kaybedip taşa, toprağa, asfalta konan arılar gibiydiler. Kötü bir sonuç için çalışmıyorlardı, ama bal yapmaktan mahrum olmakla da zarar ediyorlardı.
Nur müellifinin insan için kullandığı “hane-i Rabbaniye” tabiri hatırama geldi. Bu hanede oturan misafir, “kendi âlem-i asgarında (küçük âleminde) cihad-ı ekber (büyük cihad) ile mükellef”ti.
Bu düşünceyle birlikte, dış âlemde olanları bir an için bırakıp kendi iç âlemime döndüm. Şehirleri, ülkeleri unutup “hane-i Rabbaniyemi” düşünmeye başladım. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi ondan bir kesit olan varlığım da “ahiret namına çok mahsüller” veriyordu. Gözüm, kulağım, dilim, aklım, hafızam, hayalim, sevgi, korku, endişe, hırs, merak gibi nice hislerim ve duygularım bu tarlanın ayrı bölmeleri gibiydiler. Hepsinde ayrı şeyler ekilip biçiliyor, hepsinden ayrı kârlar yahut zararlar ediliyordu.
Bu vücut bana emanetti. Onu yanlış kullanıyorsam, devlet malına ihanet edenlere kızmaya pek hakkım olamazdı. Ve ben bu sahada büyük bir imtihan geçiriyordum. Çevremdeki yanlışlıkları düzeltme konusunda gücüm yettiği kadar bir şeyler yapmam gerekebilirdi, ama benim asıl görevim “kendi âlem-i asgarımdaki büyük cihadımı” başarıyla tamamlamak, her duygumu ve organımı bir cennet tarlası haline getirmekti.
Bu tarlanın nadası yoktu, iyiler yetiştirilmezse kötüler bütün tarlayı istila ederlerdi.