Hicretin dördüncü yılıydı.
Peygamber Efendimiz on sahabeye önemli bir görev verdi. Medine’den uzaktaki bazı kabilelere İslâmiyet’i öğreteceklerdi.
Kafile birgün yola çıktı. Zeyd ibni Desine ve Hubeyb ibni Adî de aralarındaydı.
Recî suyu denilen yerde, İslâmiyet’in yayılmasını istemeyen 100 kâfir onlara pusu kurdu. Hepsi de çok iyi okçuydu.
Müthiş bir çarpışma oldu. Sonunda Zeyd ile Hubeyb esir düştü. Diğerlerinin ruhu Cennete uçtu.
Bu İslâm düşmanları iki esiri Mekke’ye götürdüler.
Onları, Bedir Savaşında ölen yakınlarının intikamını almak isteyenlere sattılar.
Kâfirler, ellerini ve ayaklarını zincire vurdukları Zeyd ile Hubeyb’i ayrı ayrı yerlere hapsettiler.
Birgün Hubeyb’in elinde bir üzüm salkımı gördüler. Mevsim üzüm mevsimi değildi. Ona üzümü kim vermişti? Şaşıp kaldılar.
Yine de onları idam etmeye karar verdiler. Ten’im denilen yerde Mekke halkını topladılar.
Zeyd ile Hubeyb’e:
“Gelin,” dediler. “Dininizden dönün, sizi serbest bırakalım.” Ama onlar bu teklifi kabul etmediler.
İki şehit adayı idam edilmeden önce ikişer rek’ât namaz kıldılar.
Müşriklerin lideri Ebû Süfyan o günlerde daha Müslüman olmamıştı; darağacının altındaki Zeyd’e yaklaştı:
“Allah aşkına söyle Zeyd!” dedi. “Şimdi sen çoluk çocuğunun yanında olsaydın, senin yerinde Muhammed bulunsaydı, seni idam edeceğimize onu öldürseydik ne iyi olurdu, değil mi?”
Zeyd ibni Desine, iman zevkinden yoksun bu adama hayretle ve acıyarak baktı:
“Sen ne diyorsun?” dedi. “Muhammed aleyhisselâm’m burada olması şöyle dursun, onun şu anda bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile gönlüm razı olmaz.”
Ebû Süfyan hayretten donakaldı:
“Ben dünyada, Muhammed’in arkadaşlarının onu sevdiği kadar birbirini seven kimse görmedim.” dedi.
Sonra kalkıp Hubeyb’in yanma gitti. Aynı şeyleri ona da söyledi. Ondan da aynı cevabı aldı.
Hubeyb’i çarmıha gerer gibi kuru bir ağaca bağlamışlardı. Ondan intikam almak isteyenler mızraklarını sıkı sıkı kavrarken Hubeyb’in ağzından şu sözler döküldü:
“Müslüman olarak öldükten sonra, ölüm şeklinin ne önemi var?”