TR EN

Dil Seçin

Ara

“Madem Kaderimde Var Neden Suçluyum?”

Cenâb-ı Hak ezelde ilim ve iradesiyle her şeyi tesbit ve takdir ettiğine göre, bir insanın hakkında, kötülük ve şer işlemeyi takdir etmişse o kimse nasıl hayır işleyebilir ve bu durumda nasıl sorumlu tutulabilir?”

 

Evet, Âlim-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân, olmuş ve olacak her şeyi, ihtiyarî ve ıztırarî bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim etmiş ve Levh-i Mahfûzda kaydetmiştir. Hiçbir şey Onun tespit ve takdirinden ayrılamaz. Bütün varlıklar o takdire tâbidir. Ancak bu durum bizleri sorumluluktan kurtaramaz. İlm-i kelâm âlimleri bu hakikati ilim malûma tâbidir; öyle ise malûm ilme tâbi değildir” kaidesiyle izah etmişlerdir. Istılahta, ilim; bir şeyin zihindeki şekli, malûmise; o şeyin hariçteki şekli olarak tarif edilir. Meselâ, bizim lâleyi bilmemizde, lâlenin zihnimizdeki şekli ilim,hariçteki şekli, yâni kendisi ise malûmdur. İşte burada ilim, malûma tâbidir, yâni lâle hariçte nasılsa, biz de onu öylece bilmekteyiz. Yoksa lâleyi biz nasıl biliyorsak lâlenin kendisi o şekle uymak durumunda değildir.

Yukarıda belirttiğimiz kaidede konumuz yönünden kastedilen ilim, işlediğimiz bütün amelleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle bilmesi, malûm ise işlediğimiz amellerdir. Buna göre söz konusu kaideyi şöyle ifade edebiliriz:

İnsanlar ihtiyarî fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öylece bilmiş ve takdir etmiştir. Yoksa, Zât-ı Akdes öyle bildiği için, insanlar o fiilleri öyle işlemiş değildir. Şimdi, meseleye bazı misâllerle biraz daha açıklık getirelim.

Güneş veya ay tutulmasının tarihini ve saatini önceden bilmemiz ilimdir. Malûm ise o tarihte güneşin tutulmasıdır. Dolayısıyla ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm, ilme tâbi olsaydı, biz güneşin hangi tarihte tutulacağını bilsek ve söylesek, güneş tutulması da o tarihte olurdu.

Veya, bir kimsenin adının Ahmed olduğunu bilmemiz ilimdir; malûm, o şahsın adının Ahmed olduğudur. Böylece ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm ilme tâbi olsaydı, o kimsenin adını Mehmed bildiğimizde adı Mehmed olurdu, Hasan bildiğimizdeyse Hasan olurdu.

Bir insanın, cüz’î iradesiyle işlediği bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelisindedir. Yâni, o insanın bütün amellerini Cenâb-ı Hakk ezelde bilmektedir. Bu ilim de malûma tâbidir. Malûm olan, o kimsenin işlediği iyi veya kötü amelleri, yâni fiilleridir. Kul o fiilleri işleyeceği için âlim-i mutlak olan Allah öylece bilmiştir. Yoksa, Cenâb-ı Hak öyle bildiği için, kul da mecburen o fiilleri işlemiş değildir. Yâni, malûm, ilme tâbi değildir.

Kulun işlediği fiil hayır ise Cenâb-ı Hak onu hayır olarak bilir; öyle de irade ve takdir eder. Kulun şer olan fiilini de Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle şer olarak bilmiş ve o şekilde takdir buyurmuştur.

Bu hakikate bir derece bakabilmemiz için gerekli kabiliyeti Rabb-i Alâ’mız bizlere ihsan etmiştir. O’nun bizlere lütfettiği ilim ve irade sıfatlarından, hakkalyakîn biliyoruz ki, irade ilme tâbidir. Meselâ, insan bir eser yapmayı bildiğinde, iradesi bu ilme tâbi olarak, eserin plân ve programını tâyin eder. Daha sonra kudret de iradeye tâbi olur ve insan önceden plânladığı tarzda eserini inşâ eder.

İşte, zaman ve mekânın yaratıcısı olan Allah, ezelî ilmiyle, bizim gerek irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri ve gerekse irademiz dışında başımızdan geçecek bütün hâdiseleri bilmektedir. İşte kader, bu bilme keyfiyeti üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle bizim hayat programımızı takdiri ve Levh-i Mahfûzda tesbitidir. Bu takdir ve tesbit ilme dayanmaktadır, ilim ise malûma tâbidir. Buna göre bir kul kendi cüz’î iradesiyle, ibâdet etmeyi ibâdet etmemeye tercih ediyorsa, elbette ki Cenâb-ı Hak onu âbid olarak bilecek ve öyle takdir edecektir... Yoksa Allahü Teâlâ o kulun ibâdet etmesini takdir ettiği için, o ibâdet ediyor değildir. Şerle ilgili fiiller de aynı şekilde değerlendirilecektir.

Mevzuya ışık tutacak birkaç misâl daha verelim.

Bir komutanın yüksek bir yerden sahradaki askerlerinin hareketlerini fotoğraflarla tespit ettiğini ve bütün konuşmalarını hassas cihazlarla kaydettiğini farzediniz. Bu komutan, daha sonra huzuruna getirttiği askerlere fotoğrafları gösterip konuşmaları bantlardan dinlettiğinde, hareketleri ve sözleri cezayı gerektiren bir asker, Siz benim hareketlerimi ve konuşmalarımı niçin kötü olarak tespit ettiniz?” diyebilir mi? Dese cezayı hak etmez mi? Çünkü, tespit etme fiili, hâdiseye tâbidir. Yoksa hâdise, tespite bağlı değildir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Hâdiseye tesir etmeme bakımından, yukarıdaki misâlde belirtilen ânında tespit ile, hâdiseyi olmadan önce tespit etme arasında ne fark vardır? Misâldeki komutan, askerlerin yapacakları işleri ve söyleyecekleri sözleri önceden, meselâ bir rüya-i sâdıka ile bilseydi bu bilme keyfiyeti askerler üzerinde herhangi bir tesir mi yapacaktı?

Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde tesbiti değil midir?

Yukarıdaki misâlde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hâdiseler bazen ânında verilmekte, bazen de geçmişte tespit edilen hâdiseler bugün gösterilmektedir. Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilân ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara gelecekteki hâdiseleri tespit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasip etse, o takdirde Levh-i Mahfûzun küçük bir misâli ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem mâziyi, hem hâli, hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir suçunu gösterse veya istikbâlde bir cinayeti sergilese, Bu cihaz böyle tespit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da câni olamazdı.” diyebilecek miyiz?

İşte, Âdem Aleyhisselâmdan kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûzda kaydedilmiştir. Kader-i İlâhî’nin bir defteri olan Levh-i Mahfûzdaki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiillere tâbidir; yâni nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûzda yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır: Sen istikbâlde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûzda nasıl yazıldığını, yâni mukadderatını biliyor musun?” O halde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?

Evet, her meselede, ilim malûma tâbidir hakikati güneş gibi parlıyor ve insan kendi isteğiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle o işi takdir ettiği ve yarattığı açıkça anlaşılıyor.