Mesnevî-i Nuriye’de kalbin hastalıkları izah edilirken birinci sırada yeis, ikincisinde ucub yer alır.
Yeis, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek; ucub ise yaptığı amellere güvenerek O’nun azabından kendini emin görmektir. Her ikisi de insanı istikamet yolundan saptırır ve dalâlete götürür.
Ümitsizliğe düşen kişi azaptan kurtulmak için bir çare aramaya koyulur. Kendinde olan bazı üstün vasıfları, yahut yaptığı bazı güzel amelleri düşünür ve bunların kendini kurtaracağına güvenerek rahat etmeye çalışır. Halbuki, vicdanı çok iyi bilir ki, bu iyilikler ibadetlerin yerini tutamaz ve haramların cezasını da ortadan kaldırmaz. Bunların sevabı ayrı, o ihmallerin yahut isyanların cezası ise ayrı olarak mizana girecektir.
Âyet-i kerîmede haber verildiği gibi, zerre kadar iyilik de kötülük de tartılacaktır. Tartının sadece iyilik kefesine bakıp kendini aldatmak, nefsin bir hilesi ve şeytanın bir desisesidir. Böyle bir desiseye kapılan kişi noksanlarını ve günahlarını görmeyip, sadece bir kısım iyiliklerini nazara almakla, kendisi için tövbe kapısını ve noksanlarını telafi etme yolunu kapamış olur.
…
Bu noktada en fazla görülen iki tür aldanma üzerinde kısaca duralım:
Birincisi: Kişi, ibadet ve taat hususundaki noksanlıklarını görmezlikten gelerek, kendisine şöyle bir mazeret yolu icad eder: “Ben her ne kadar ibadet etmiyor ve bazı haramları işliyorsam da benim kimseye bir zararım dokunmamıştır, bütün insanlara karşı hep iyilik düşünürüm.”
Bu sözler gerçek ise, o kişi için bir kemaldir, bir üstün meziyettir. Ve mizanda bunun da ayrı bir yeri olacaktır. Ancak, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu güzel vasfı onun diğer hatalarını affettirmez.
Kimseye zararı dokunmamak bir kemaldir. Kimse hakkında kötü düşünmemek de bir kemaldir. Ama bunlar ne namaz borcunu örter, ne oruç borcunu; ne zekât mükellefiyetini ortadan kaldırır, ne hac vecibesini.
Mesela, okulda bütün arkadaşlarıyla iyi geçinen, kimseye kötülük etmeyen, aksine herkesin yardımına koşan bir öğrencinin, bu güzel vasfı takdir edilir, ama aynı öğrenci matematikten, kimyadan, fizikten boş kâğıt verdiği takdirde, bu güzel sıfatı onu sınıfta kalmaktan kurtarmaz. Çünkü, bu derslerin her biri için ayrı bir imtihan vardır ve her birine ait bilgisi ayrı tartılmaktadır. Birindeki noksanlığı diğeriyle gidermesi mümkün değildir.
Dinimizde güzel ahlâkın ayrı ve çok mühim bir yeri vardır. Ancak, Rabbinin emirlerine isyan eden bir kişinin kullarla iyi geçinmesi onun güzel ahlâklı olması için yeterli olmaz.
İkincisi: Kendi yaptığı amelin azlığına mazeret olarak, ondan daha az amel işleyenleri nazara vermektir: “Ben beş vakit namaz kılmıyorum ama falan kişi cuma bile kılmıyor” demek gibi.
Buna da ticarî hayattan bir misal verelim: Yüz milyon lira zarar etmiş bir iş adamı, kendini teselli için şöyle dese: “Ben yüz milyon zarar ettim ama, falan arkadaşımız beş yüz milyon zarar etti.” Böyle bir mukayese o kişiyi zarardan kurtarabilir mi? Herkesin kârı ve zararı kendinedir. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi, “Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz.” Başkasının iflası bizi zengin etmez.
“Halbuki a’male güvenmek ucubdur. İnsanı dalalete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevî-i Nuriye)
İnsanın işlediği amellere güvenmesi, “Ben bu amelleri işledikten sonra artık cehenneme gitmem” diyerek cennetini garanti görmesi dalalettir, yani İslam’a uymayan yanlış bir düşüncedir. İstikametten sapan her fikir ya ifrat veya tefrittir, her ikisi de yanlıştır ve dalaletin tarifine girer.
İnsan yaptığı iyiliklere sahip çıkamaz.
“Sana bir güzellik isabet ederse bu Allah’tandır, bir kötülük isabet ederse o da nefsindendir.” (Nisa Suresi, 4/79) âyet-i kerimesi bu hakikati çok açık olarak ders vermektedir
İyilik ve güzelliğin Allah’tan olduğunu şöyle açıklayabiliriz:
İmandan sonra en büyük güzellik, en ulvi ibadet ve en büyük hayır olan namazı misal verelim. İnsan namaz kıldığı için kendini cennetlik göremez. Zira, onun namazdaki hissesi çok azdır. Evvela, namazı emreden Allah’tır. Namazın birinci şartı olan vakti getiren yine O’dur. Mesela, ikindi namazını kılacaksak öğleden ikindiye kadar geçen süre içinde dünyayı döndürüp bizi ikindi vaktine ulaştıran Allah’tır. Namazda okuduğumuz sureleri inzal eden de O olduğu gibi, namaz kıldığımız bedenimizi yaratan da O’dur.
Bizim namazdaki hissemiz, sadece bir niyet meselesidir. Yani, irademizi namaz kılmamaya değil de kılmaya yönlendirmemizdir. Biz sadece bedenimizle değil, ciğerlerimize çektiğimiz havadan, bizi aydınlatan güneşe, üzerinde durduğumuz yer küresine kadar nice mahlukların yardımıyla namazımızı eda ediyoruz. Bu haricî nimetlerin de hiçbirine nefsimiz sahip çıkamaz, hepsi Allah’ın birer ihsanıdır.
Kötülükler ise nefsimizdendir. Kötülüğü “namaz kılmamak” olarak aldığımızda, kılmamanın faili kendi nefsimizdir.
Mesela şuurlu bir ayna kabul edelim. Bu ayna parlak yüzünü güneşe çevirdiğinde güneş onda tecelli eder, ışığı yansır. Ancak, bu ayna “Bu ışıklar ve bu renkler benim kendi hünerimdir.” diyemez. Bütün bu güzellikler güneştendir. Ama o ayna güneşe sırtını çevirdiğinde karanlıkta kalır ve bunun faili kendisi olur.
O halde, bir insan bütün ibadetlerini hassasiyetle yerine getirse ve bütün haramlardan da sakınsa, yine cennetini garanti görmemeli, korku ve ümit arasında yaşamalıdır. Zira, iyiliklerde onun hakkı çok az olduğu gibi, akıbetinin ne olacağı da kesin değildir. Ömrünün bundan sonraki kısmını da aynı istikamette geçireceği konusunda bir garantisi yoktur. Ağır bir imtihana tabi tutulup kaybedebilir. Şeytanın bir desisesine kapılıp yanlış yola sapabilir.
Şimdi şöyle bir düşünelim: Bütün ibadetlerini yerine getiren bir insanın ahiretini garanti görmesi dalalet olursa, nice emirleri terk eden, nice haramları işleyen bir kişinin, işlediği az bir amelle kurtulacağına inanması elbette istikametten çok uzak bir anlayıştır; nefsin ve şeytanın bir oyunudur.
“Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük de etmiş değildir…” (Mesnevî-i Nuriye)
İnsan, şu vücudunu kendisi yapmadığına, yolda da bulmadığına göre geriye tek yol kalıyor: Emanet. Bu vücut Allah’ın eseridir, bizde emanet olarak bulunmaktadır.
Mesela, gözümüzü düşünelim. Bu göz ne bizim eserimizdir, ne de anne ve babamızın. Bu hilkat mucizesini yaratmak Allah’a mahsustur. Ancak, bir ömür boyu onun kullanılmasını bize bırakmıştır. Bu noktada bütün canlıların gözleri de bizimki gibi emanettir.
Gözün görmesi için insana verilen tasarruf hürriyeti sadece onu açıp kapamaktır. Gözün çalışması için gerekli bütün dahilî ve haricî şartları Allah hazırlamıştır. Ruha görme sıfatını O taktığı gibi, gözlere görme hususiyetini de O yerleştirmiş, beyin-göz bağlantısını O kurduğu gibi, görmek için gerekli ışığı da yine O yaratmıştır.
Gözde olduğu gibi, kalp, mide, karaciğer, akciğer, böbrek, pankreas, safra kesesi gibi bütün iç organlarda da çok garip ve hayret verici sanatlar sergilenmekte ve bunların tümünün birlikte çalışmaları ve yardımlaşmaları neticesi insan hayatı devam etmektedir. Bu varlıkları yaratan ve bedenimizde çalıştıran bir “Sâni’-i Hakîm” vardır. Hem bu hane, hem de onun içindeki mucize eserler O’nun “dest-i kudretinden” çıkmışlardır.
…
İnsanda iki tür faaliyet icra ediliyor: Birisi ihtiyarî diğeri ızdırarî.
İhtiyarî olan işleri insan irade eder, Cenâb-ı Hak yaratır. Hayır olsun, şer olsun her şeyin yaratılması ancak Allah’ın kudretiyle tahakkuk eder.
Izdırarî fiillerde ise insanın hiçbir tesiri ve rolü yoktur; irade eden de Allah’tır, yaratan da: kanımızın deveranı, saçımızın uzaması, hücrelerimizin çalışması gibi.
İnsan, sebepler içerisinde en mükemmel varlık olduğu halde, kendinde cereyan eden fiillerin kahir ekseriyetine hiç karışamıyor; az bir kısmında da çok az bir hissesi var.
Misal olarak, yemek fiilindeki hissemize bir göz atalım: Önümüze gelen bir meyvenin yapılışında hiçbir rolümüz yok, o meyveyi kâinattan hassas ölçülerle süzen Allah’tır. O meyvenin ağızda öğütülmesinde, yemek borusu ile mideye inmesinde, hazmedilip bütün âzalara taksim edilmesinde, yine hiçbir hissemiz yoktur.
Bize verilen vazife ve düşen hisse, sadece çiğneme ve yutma faaliyetidir. Bunun da yine ancak yüzde birine sahibiz. Beyinden çiğneme komutunun gelmesinden, tükürük bezlerinin ölçülü çalışmasına kadar birçok işte bizim hiçbir rolümüz ve hiçbir hissemiz yok. Ancak, lokmaları çiğneyip yutmakta cüz’î bir vazifemiz var.
İşte sebeplerin sultanı böyle olursa diğer şuursuz ve iradesiz sebeplerin kendi başlarına bir iş görmeleri mümkün mü?
İnsan, başındaki saçı yapamazken, meyveyi ağacın yaptığına nasıl inanılabilir!?. Akşam yatıyoruz, sabahleyin kalkıyoruz ki saçımız veya sakalımız bir miktar uzamış. Ağacın da, bu noktada, bizden farkı yok. O da üzerindeki yaprakların yahut meyvelerin inkişafında bir iş görüyor değil. O da beklemekten öte bir şey yapmıyor, biz de…
Kısacası, bütün hayır Allah’ın elindedir. Biz sadece ihtiyarî fiillerimizde cüzi bir tercih hakkına sahibiz. Bundan ötesini hep Allah yaratmaktadır.
İnsana düşen vazife, iradesi dışında tahakkuk eden bu sonsuz hayırlar için Rabbine hamd etmek ve iradesini doğru kullanmakla mazhar olduğu hayırlı işler için de yine Rabbine şükretmektir.
Her iki halde de övünmeye hakkımız yok.