TR EN

Dil Seçin

Ara

Cana, Canlıya, Hayata Yönelik Şiddete Hayır!

Cana, Canlıya, Hayata Yönelik Şiddete Hayır!

İnsan sosyal bir varlık… Toplumsal hayatın içinde hem kendi olarak var olma mücadelesi veriyor hem de üyesi olduğu topluluğa karşı sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor. Ben ve biz olmanın dengesini tutturabilenler için hayat keyifli ve anlamlı bir yolculuk…

İnsan sosyal bir varlık… Toplumsal hayatın içinde hem kendi olarak var olma mücadelesi veriyor hem de üyesi olduğu topluluğa karşı sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor. Ben ve biz olmanın dengesini tutturabilenler için hayat keyifli ve anlamlı bir yolculuk…

Toplumsal hayat insan için hem kolaylık sağlamakta hem de insan ilişkilerinden kaynaklanan sorunları potansiyel olarak barındırmakta. Nitekim her gün medya ve sanal ağlar üzerinden kitlelere ulaştırılan ekonomik sıkıntılar, eğitim ve sağlık alanlarında yaşanan olumsuzluklar, şiddet vakaları, kazalar ve asayişle ilgili daha nice mesele toplumsal sorunların ne kadar geniş bir yelpaze oluşturduğunu göstermekte. Daha güvenli ve daha huzurlu bir gelecek için bu gibi toplumsal sorunlara çözüm bulunması herkesin ortak dileği. 

Bir toplumsal sorunun “adını koyma” önemli. Çünkü söz konusu soruna dikkat çekme, bilgisini üretme, diğer toplumsal unsurlarla ilişkisini ortaya koyma, sorunu değerlendirme ve çözüm önerisi sunma hep o adlandırma etrafında şekilleniyor. Gündemden hiç düşmeyen “mülteci krizi” mesela. Sorunu bu şekilde adlandırınca, ülkedeki güvenlik, işsizlik ve hayat pahalılığı gibi çok çeşitli sorunlarla ilgili şikâyetlerde ilk akla gelen sorumlular mülteciler oluyor, hedef tahtasına onlar konuyor ve öfke, kızgınlık gibi olumsuz duygular onlara yöneliyor. Oysa “mülteci sorunu” olarak adlandığımız bu durum, aslında bir “işgal sorunu” değil midir? Bu meseleyi Batılı silah üreticileri tarafından büyük bir pazar olarak görülen coğrafyalarda, hayatları alt üst edilen insanların evini, barkını, yurdunu bırakarak başka ülkelere göçmek zorunda kalmaları şeklinde okuyacak olsak, “Bizde yankısını bulan sosyal ve ekonomik sorunların asıl sorumluları kimlerdir?” sorusunun cevabı değişecektir haliyle. O zaman da çözüm önerisi olarak sadece “Mülteciler gitsinler” demek yerine, daha adil bir dünya için ne yapılabilir noktasında düşünme ve tavır geliştirme gündeme gelecektir. 

Buradan yola çıkarak toplumsal sorunların tek boyutlu olmadığını, meselelere çok boyutlu ve çok katmanlı bakmak gerektiğini söyleyebiliriz. Gündemden hiç düşmeyen “kadına yönelik şiddet” veya “cinsiyete dayalı ayrımcılık kaynaklı şiddet” olarak kavramsallaştırılan, insanlık onuruyla bağdaşmayan ve vicdan sahibi herkes tarafından lanetlenip çözüme kavuşturulması beklenen sorun da bu minvalde değerlendirilebilir. Konuyla ilgili standartları ve devletlerin yükümlülüklerini belirleyen İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 yılında imzalayan devletimizin 2021’de sözleşmeden çekilmesi etrafında tartışmalar halen devam ediyor. Ancak tek başına bir hukuki metne “yaşatma” gücünün atfedilmesi ne kadar gerçekçidir düşünmek gerek. Nitekim bu sözleşmeyi imzalamayan ülkeler olduğu gibi, imzalayan ülkelerde de “şiddet” olaylarının sonu gelmediği de biliniyor. Nitekim ilk imzalayıcılardan İtalya’da daha birkaç gün önce 100 bin kişinin katılımıyla bir protesto yürüyüşü düzenlendiğine şahit olduk. 

Belli zaman aralıklarında kaç cinayet işlendi, kaç şiddet vakası kayda geçti gibi istatistikler üzerinden bir kör dövüşe girmek de pek sağlıklı bir yaklaşım değil. Bırakınız onları, yüzleri, “Haksız yere bir cana kıyılması dahi tüm insanlığı öldürmek gibi” bir cürüm değil midir? (Maide 5/ 32). Kadın veya erkekten bahsetmiyor zaten ayet-i kerime, can çünkü esas olan…

Günümüz dünyasında hayatın üzerine kurulduğu esaslar aslında cana, canlıya, bizatihi hayata karşı şiddeti üretmekte. Güç ve rekabet üzerine kurulu bir hayat bugün tutunmaya çalıştığımız. Ben merkezliliğin arttığı, biz duygusunun zayıfladığı bir yapıda “ötekileştirilen” herkes ve her şey “güçlüyüm öyleyse haklıyım” diyenler tarafından hedef haline getirilebilmekte. Bize dost olan ve hizmetimize sunulan doğa ve hayvanlar böyle bir bakış açısından kaynaklanan şiddetin nesneleri oluyor maalesef. Mesela doğanın sırlarına vakıf olmak için ona “işkence” edilebileceğini söyleyen bir yaklaşımın ve daha kısa zamanda daha çok kazanma hırsının bizi getirdiği nokta, artık “toprağın ölümü”nü konuşuyor olmamızdır. Hâlbuki toprak “sadık dost” değil miydi? 

Can taşıdıklarını göz ardı edip kendilerine “et, süt, yumurta üretim makineleri” muamelesi yaptığımız hayvanları, bugün aslında “yapay et” üretimine alan açmak amacıyla “atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasının müsebbipleri” olduklarını ilan etmek ve gerekirse yok edilebileceklerini söylemek başka bir şiddet yansıması değil midir? 

Dengelerin alt üst edildiği dünyamızda hayat ve canlılık dahi tehdit altında ise şiddetin boyutunun nereye vardığını düşünmek gerek. 

Toplumsal hayatı şekillendiren dinamiklerin de özünde psikolojik şiddet barındırdığı söylenebilir pekâlâ. Kadınların hep bakımlı ve güzel, erkeklerin zengin, güçlü ve tarz sahibi, çocukların ve gençlerin her daim beklentilere cevap veren gurur kaynağı “başarılı projeler” olmalarının beklenmesi gibi. Kendi olmakla beklentilere cevap verme arasında kalmak, bir yandan da onaylanma ihtiyacı duymak, insan için bir gerilim ve çatışma kaynağı değil midir? Bunun insanın kendiyle ve başkalarıyla ilişkisinde yankı bulmaması da düşünülemez. Toplumun her kesiminde rastlanabilecek farklı boyutlardaki şiddet olaylarına bir de bu açıdan bakmak lazım. 

Sorunu hangi temelde ele aldığımız kavramsallaştırmaya ve çözüm önerilerine yansımakta. Kadının kadın olmaklığından dolayı şiddete maruz kaldığını söylemek, insanı, toplumsal yapıları ve hayatı öncelikli olarak “cinsiyet” ve “kadın kimliği” üzerinden okumayı ifade eder. Bir de ailenin kadını kısıtlayan, ikincilleştiren, erkek hegemonyasını pekiştiren bir yapı olduğuna dair radikal bakış açısını hesaba katın. O zaman kadına yönelik şiddet olarak kavramsallaşan bu sorunun çözümü için, “aileden bağımsız olarak kadının güçlendirilmesi” önerisi gündeme geliyor. Kadının güçlendirilmesi, ekonomik bağımsızlığını kazanması, kadın istihdamının artırılması, siyasette/ yönetimde kadın kotasının yükseltilmesi gibi politikalar, kadının beyanını esas alma, şiddet uygulayan kişinin uzaklaştırılması, ömür boyu nafaka gibi hukuki düzenlemeler bu minvalde değerlendirilebilir.

Aynı meseleye “sorun” odaklı veya “insan/değer” temelli bakmak da mümkün. Çünkü dünyanın her yerinde, kadınıyla erkeğiyle tüm toplum kesimlerini etkileyen sorunlar var. Savaşlar, işgaller, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, eğitim-sağlık sorunları, ahlaki dejenerasyon vs. Tüm bunlar şiddet üreten/ şiddeti besleyen zeminler. Öyleyse bu alanlarda verilecek mücadele bir anlamda zemini iyileştirme/ “bataklığı kurutma” çabası demek. Bu nedenle toplumu ve toplumsal sorunları anlama yolunda, çok boyutluluğu dikkate almak önemli. 

İşte bu noktada çağın mevcut dinamiklerini anlama çabasının yanı sıra kendi değerler dünyamızın bize sunduğu imkânları kullanarak yapılacak okumalar, çözüm yolunda yeni ufuklar açabilir. Özgün çalışmalar yaparak ulaştığımız kendi gerçeklerimizi ifrat ve tefrite kaçmadan değerlendirmek önemli. Şiddeti önlemek adına yola çıkmışken başka şiddet alanları açmamak hususunda da hassasiyet gösterilmeli. İnancımıza göre “Mümin, insanların canı ve malı hususunda güvendiği kişidir. Müslüman ise elinden dilinden insanlara zarar gelmeyendir.” Her can muhteremdir. Bu nedenle “insan” ve “değer” odaklı okumalara ihtiyacımız var.

İnsan… Eşref-i mahlûkat… Sorumlu ve sınırlı bir varlık… Kadın veya erkek ayırımı olmaksızın bu böyle