TR EN

Dil Seçin

Ara

Gönlümüzün Orada Kaldığı, Gidip de Dönülemeyen Kutsal Emanetimiz Kudüs’te Ramazan

Gönlümüzün Orada Kaldığı, Gidip de Dönülemeyen Kutsal Emanetimiz Kudüs’te Ramazan

Her şeyin özeli vardır, zamanın, şehrin, insanın… Biz de özel bir zaman olan Ramazan ayında, özel bir şehir olan Kudüs’teydik…

Hasretle gelmeyi beklediğim bu şehre, yeryüzünde Peygamberin en çok yaşadığı beldeye, Kur’an’da ismi anılan bu mukaddes mekâna, ilk kıblemiz ve Mirac’ın ilk durağı olan mekâna Ramazan ayında gelmek beni ayrıca sevindirmişti.

Ramazan ayından iki gün önceydi, uçağımız Telaviv havaalanına saatler 01:00’i gösterirken indi, oradan Kudüs’e doğru yola çıktığımızda 02:30’u bulmuştu. Evlerin ışıklarının açık olması dikkatimizi çekmişti. Meğer cumartesi günleri Yahudilerin şabat tatiliymiş ve elektrikli hiçbir şeye dokunmuyorlarmış; bu sebeple bir gün önceden açık bırakıp ertesi gün kapatıyorlarmış…

Kudüs’e kavuştuğumuzda onu Ramazan heyecanını yaşarken bulduk. Ramazan’a hazırlık olarak, evlerin kapıları, pencereleri, caddeler, sokaklar ve özellikle Mescid-i Aksa’ya giden yollar renk renk ışıklarla süslenmişti.

Mescid-i Aksa’ya yaklaşınca oldukça yüksek surlar bizi karşıladı. Bu surlar, Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’e hediyesiymiş.

Ve nihayet, bana labirenteyim gibi hissettiren koridorlardan geçerek Mescid-i Aksa’ya çıktık. Mescid-i Aksa’nın bahçesinin ortasında altın yaldızlı kubbesiyle Kubbetüssahra’yı görünce etkilendim. İlk defa tüm haşmetiyle karşımda bulmuştum onu. Gerçekten göz alıcıydı.

Ve ilk namazımı Kubbetüssahra’nın içinde bulunan, Peygamber Efendimizin miraca çıkarken üzerine bastığı kayanın altında kıldım. Bu kayanın da çok özel bir hatırası vardı: Peygamber Efendimiz, miraca bu kayanın üzerinden çıkarılmıştı. Ve o esnada kaya da yerden havalanmış Efendimizin (asm) “Sen dur” demesiyle havada asılı kalmıştı. İşte namaz kıldığım boşluk, o olayda kayanın altında oluşan alan idi. Burası 40 metrekare kadar bir yer.

Buradan sonra hemen karşısındaki Mescid-i Aksa’ya gittik. Buraya Kıble Mescidi de deniliyor. Burası dikdörtgen şeklinde büyük bir mescit. Burada Türkiye’den gelenler vardı, onlarla da tanıştık. Az sonra Filistinli kardeşlerimizle tanıştık. Türkleri çok seviyorlar ve Türkiye’nin her zaman yanlarında olduğunu söylüyorlardı.

Bu alanı, burasını anlatmak çok zor… Bu kutsal mekânın her taşında, baktığınız her yerinde hatıralar dolu; o hatıralar bize buraları emanet ediyor, hem köklerimizi, hem gücümüzü, hem buraların hakkını vermiş ve yine verecek olan bir ümmet olduğumuzu hatırlatıyor; omuzlarımıza bu emanetlerin sorumluluğunu yüklüyor, bu mukaddes mekânlara sahip çıkmamız gerektiğini fısıldıyor…

Mescid-i Aksa toplam 144 dönüm çevresi surlarla kaplanmış. Bu surlar bizim bir parçamız; bunları Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış. Mescid-i Aksa’nın içinde namazgâhlar, şadırvanlar, medreseler, su kuyuları, revaklar var, hepsi ecdadımızın izlerini taşıyor. Ayrıca içinde, Müslüman, Yahudi, Ermeni ve Hristiyan mahalleleri var…

Akşam yakındı, bu kutsal beldede ilk iftarımız olacaktı. Orucumuzu Mescid-i Aksa’nın bahçesinde açtık. Teravih namazı oldukça kalabalıktı. Ardından, sıcak kahve ile hurma ikramı ve gönülleri titreten salavat-ı şerifeler eşliğinde Filistin’in yöresel giysilerini giymiş bir grup, Taleal Bedru Aleyna’yı söyledi. Buranın manevi havasında her şey çok etkileyici ve güzeldi.

Ertesi gün ziyaret alanımızı genişlettik. Zeytin Dağı’na çıktık, buradan Lut Gölü, Ürdün Dağları ve Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethetmeye gelirken Mescid-i Aksa’yı görüp tekbir getirerek şehre girdiği Tekbir Dağları’nı gördük. Kudüs’ü esaretten kurtaracağımız ve o sevinci yaşayacağımız günün heyecanını hissedip biz de tekbirler getirdik. Dönüşte de Zeytin Dağı’nda bulunan Rabiatü’l-Adeviyye’nin makamına grubumuzdaki gençlerle birlikte girdik; dualar ettik. Ardından Selman-ı Farisî’yi (ra) ziyaret ettik. Buraya küçük bir cami de yapılmış.

Sonrasında Meryem Ana Kilisesi’ni ve bahçesindeki 2000 yıllık zeytin ağaçlarını gördük, üstelik hâlâ meyve veriyorlarmış. Daha sonra Mescid-i Aksa’nın rahmet kapısının yanındaki Babürrahme Kabristanı’na gittik. Burada yeri belli olan iki sahabe kabri var: Şeddat bin Evs ve Ubade Bin Sabit. Aslında çok daha fazla sahabe kabri varmış ama nedense kaybolmuşlar… Buradaki kabirler bir garip geldi, Türkiye’deki gibi yeşillik yok ve kabirlerin üzeri beton kaplı. Bu da bizi şaşırttı. Sormak bile insanı pişman ediyor. Yahudilerin insanlığı, düşünceleri, duyguları karşısında irkiliyor insan… Burada zulüm sadece yaşayanlara değil, mezarlara bile ulaşıyor, her yeri zindana çeviriyor. İsrail, Müslümanların kabirlerinin üzerlerine bile beton döküyormuş. Burada medfun bulunan Müslüman kardeşlerimize içimiz yanarak dua edip ayrıldık…

İftar ve sahur vakitlerinde Mescid-i Aksa’nın bahçesinde top atılıyor. Burada ezanlar ayrı bir dokunaklı, insanın kalbini hüzünle dolduruyor. Belki de zulüm ve baskının her yerde görülen izleri ve işaretleri, burada her şeye bir hüzün perdesinin ardından bakmaya sebep oluyor… Evet İsrail’in zulmünü, baskısını Müslümanları aşağılamasını biliyoruz ancak bunlara bizzat şahit olmak ve yakından görmek, insanın bu kutsal mekânlarda bulunmasının heyecanına, sevincine ve huzuruna kapkara gölge düşürüyor…

Gazze’den altmış beş yaşın altında hiç kimse çıkamıyor; şimdi her şey daha da zorlaşmış olmalı. Aslında Müslümanlar için her yer açık hava cezaevi Filistin’de…

Daha sonra El-Halil şehrine gittik. İsrail, Filistin şehirlerinin etrafını 3 metrelik duvarlarla sarmış. Filistinliler bu duvarları aşamıyor ve tutulan kapılardan izinle geçebiliyor ve otobanı kullanamıyor, otobanı İsrailliler ve turistler kullanabiliyor, hep onların kontrolüyle giriliyor.

El-Halil şehrinde El-Halil camiinin içinde Hz. İbrahim Peygamber, Sare annemiz, Hz. İshak Peygamber ve eşi var. Caminin diğer tarafında Hz. Yusuf Peygamber de varmış ama, bu camiyi basıp tahrip etmişler, otuz kişiyi öldürmüşler, sonra da tadilat yapıyoruz diye kapatmışlar ve Yusuf Peygamberin kabrini kendi taraflarına almışlar, camiinin yarısını kilise yapmışlar. Tek amaçları fitne ve huzursuzluk tohumları ekmek…

El-Halil şehri de insanda zaman tüneline girmiş hissi uyandırıyor. Caminin hemen dışındaki çarşıyı gezdik, sanki zaman tünelinden Osmanlı Devleti zamanına geçiş yapmış gibiydik. Evet buralar her şeyiyle tarihî yerler.

Filistin’de Türkiye’nin, Tika aracılığıyla ciddi çalışmaları ve yardımları var, Türk okulları var, hastaneler, restorasyonlar yapıyor. Bir de Yunus Emre Kültür Merkezi var, Türkiye’yi tanıtıyor.

Bu kutsal mekânlar çok önemli. Ben buraları görünce önemini daha iyi anladım. Mutlaka gelinmeli. Biz buralarda ne kadar varsak, buralar o kadar bizim… Hatta gelmeden önce Nuriye Çeleğen’in, Siret-i Meryem kitabını, Yusuf Güldür’ün Selahattin Eyyubi kitabını okumanızı ve Kudüs hakkında, Peygamberler tarihi hakkında okumalar yaparak gelmenizi ve ayrıca iki bölüm halinde çekilen, “Kudüs Biz Burada Kalacağız” belgeselini izlemenizi ısrarla tavsiye ediyorum.

Gönlümüzün orada kaldığı, gidip de dönülemeyen kutsal emanetimiz Kudüs, Mescid-i Aksa’mız, Siyonist Yahudilerin harabeye çevirdikleri Gazze, fiili dualarımızı ve yardımlarımızı bekliyor...

Ramazan ayınız mübarek olsun. Tüm İslam âlemi olarak tek yürek ve tek yumruk halinde bayramlarımızı idrak etmemiz duasıyla, Ramazan bayramınız mübarek olsun…