Bundan on üç sene önceydi. Küçük bir adam o yıl İstanbul’da yatılı bir okulun orta kısmına başlayacaktı. Hazırlık sınıfı, lise ve üniversite dahil, önünde uzun bir dönem vardı. İşte o yaz, sevdiği arkadaşlarının ve ağabeylerinin arasında, grubun en küçük konuğu olarak güzel bir evde tatil yapıyordu. İki katlı büyük evin arka bahçesi dağların yamaçlarındaydı. O gün gruptaki herkes gelecek yıllar için o küçük adamın hayatına ışıklar saçacak bir şeyler söyledi, dostça teklif ve tavsiyelerde bulundu. Hayatta onu bekleyen sürprizler hakkında herkes dilinden ve gönlünden ne geldiyse esirgemedi, anlatmak için çırpınıp durdu. Yaşı küçük olduğundan bu uzunca konuşmalardan sıkılmış olabileceğini düşünerek, dışarı çıkıp nefeslenmeyi ve yürümeyi teklif ettim. Evin arkasındaki taşlı yoldan cırcır böceklerinin ahenkli ötüşleri arasında böğürtlen toplayıp, koyu gölgeli ağaçların içinden geçtik. Ekili tarlaların ve meyve ağaçlarının arasında gözüm bir çınar ağacına ilişti. Zaten epeyce yorulmuş ve sıcaktan bunalmıştık.
Ağustos ayının kavurucu sıcağı, öğle yemeğinin de getirdiği rehavet ile birleşince daha öteye gitmemiz mümkün değildi. Dağdan aşağıya inen derenin azalmış suyunun şırıltıları geliyordu kulaklarımıza. Derenin hemen yakınlarındaki ulu çınar ağacının dalları ise göklere yükseliyordu. Ağacın koca gövdesi tam bize göreydi. Dinlenmek ve sırtımızı yaslamak için hazırlanmış gibiydi. Toprağı zorlayıp dışarıya fırlamış gibi yaşlı kökler eğri büğrü yollar hazırlamış ve bizi âdeta kucağında oturmamız için bekliyordu. Ağacın davetini almıştık. Bu sessiz daveti kıramazdık. Ağaç böyle konuşurdu herhalde dilini bilenlerle. Usulca oturup sırtımızı ağacın gövdesine verdik. Belki on yıl belki daha fazla görüşemeyecektik. Bu küçük adama, bende kendi tecrübelerimi aktarmaya çalıştım. İnşaallah yine bir gün bu ağacın altında buluşup bu günleri tekrar yad edip konuşuruz diye anlaştık. O gün gelip de yaşıyor olursak bayramımızı burada kutlarız diye ağaca bir işaret bırakmak istedik, ama gönlümüz el vermedi kıyamadık. Ama ille de bir işaret bırakmak istiyorduk.
Derenin şırıltısı rüzgarın uğultusu altında kalplerimiz ferahlamıştı. Bir yandan hayata, gelecekteki beklentilerimize dair gerçekleştirmeyi istediğimiz projelerimizden, hayatlarımıza katmayı düşündüğümüz güzelliklerden bahsedip, dilekler tuttuk, dualar ettik. Ulu çınar her ikimizin de şahidi idi, yıllar boyu nice olayların sessiz sedasız şahidi olduğu gibi. Küçük adama hatırladığım ilginç bir olayı anlattım:
Siyah beyaz silik bir fotoğraf görmüştüm yıllar önce. Beş altı çocuk, cennet gibi bir bahçenin içinde oturmuşlar kitap okuyorlardı bu resimde. Çocuklardan biri elini uzatmış ve şehadet parmağının üzerine bir kuş konmuştu. Sanki onların sohbetini dinliyordu. Bu hatırayı anlatırken bende fotoğraftaki çocuk gibi aynen şehadet parmağımı uzatmıştım. İşte tam o sırada ikimizin de beklemediği bir şey oldu. Nereden ve nasıl geldiğini bilemediğimiz bir uğurböceği o uzattığım parmağımın üzerine gelip kondu, ikimiz de hayretler içinde kaldık, “işte bizim, nasibimiz de bu böcekmiş” diye, söylenip gülüştük. İşte o an, o günün unutulmaz bir hatırası olarak hafızamızın bir köşesine yazıldı. Şimdi o hatıranın üzerinden tam on üç yıl geçmiş. O küçük adam yatılı okulları ve tıp fakültesini başarıyla bitirip doktor oldu. Onun doktor olarak hayata atıldığı aynı yıl, hepimizin ortak hayali olan çocuk yayınları Uğurböceği adıyla yayın hayatına başladı.
O ağacın altında yarınlar için büyük hayallerimiz vardı. O hayaller şimdi gerçek oldu.
Şahidimiz olan bu ağaç ile hiç olmazsa bir bayramı kutlamayı çok istiyorum.
Bu bayram olmadı. Ama belki önümüzdeki bayram. Ama mutlaka! Çünkü onun serin gölgesinde oturup duasını edeceğimiz, çok hayalimiz var daha.
Hem insan, hayalini kurmadığı, rüyasını görmediği bayramlara erişemez, öyle değil mi?