TR EN

Dil Seçin

Ara

Kedi İrfanı Ve Bizim İrfanımız

Kedi İrfanı Ve Bizim İrfanımız

Bize rızkımızı ulaştıran zahirî sebeplere, imanımızın icabı olan bir tevekkülle değil, beşeriyetimizin gereği olan hırsla yapışırız.

Rahmetli bir dostumuz, kedisine sıcak ciğer verdiği zaman kedinin ciğeri dövdüğünü gülerek anlatırdı. Tabii, kedinin mantığında bunun gülünecek bir tarafı yoktu. Ağzını yakan ciğer olduğuna göre, dövülmeyi hak eden ciğerden başka kim olabilirdi?

Kedi mantığı bizim de çok yabancımız sayılmaz. Zira dünyamızda cereyan eden hadiselerin bir görünen yüzü, bir de gerçek yüzü vardır. Olayların gerçek yüzüne geçebilmek, beş duyumuzun görev ve yetki alanını aşar ve “irfan” denen mefhuma ihtiyaç gösterir. İrfan gözüyle bakmadığımız zaman, biz de ciğerde takılır kalırız ve onu ısıtıp önümüze süren birisinin olabileceğini aklımıza getirmeyiz. Bunun sayısız misallerini hergün etrafımızda gözlüyoruz ve zaman zaman da bizzat yaşıyoruz.

***

Bir minibüs şoförünün, biraz ilerideki yolcuyu başka bir meslektaşına kaptırmamak için yerde ve gökte sergilemeyeceği beceri yoktur. Zahirî sebeplere bakarsanız, bunda haklıdır da. Çünkü o günkü kazancının küçük de olsa bir kısmı o yolcunun elindedir; yolcuyu kaptırırsa kazancını kaptırmış olur.

İrfan penceresinden seyredilen manzarada ise, yolcu, kedinin önündeki sıcak ciğerden başka birşey değildir. Onunla gelen şeyin zahirî adı “para” ise de, gerçek adı “rızık”tır. Onu doğru bir şekilde adlandırdığımız zaman perde açılmış, hadisenin içyüzü kendisini bize göstermiştir:

Rızkımızı o yolcunun eliyle gönderen, başkasıyla da gönderir. Hattâ, bir başka meslektaşımızı düşünüp “Biraz da o kazansın.” diyecek olursak, bakarsınız, bu düşünce rızkı gönderenin hoşnutluğunu çeker de, zahiren kaybettiğimiz şey, kat kat bereketlenmiş olarak daha başka sebeplerin eliyle bize geri döner.

***

Teori olarak kaldığı veya bir başkası hakkında söz konusu olduğu müddetçe, bu tespitlere hemen hemen herkes katılacaktır. Fakat aynı bilgiyi kendi hayatımızda uygulamaya sıra geldiğinde, inandığımız gibi yaşamak pek kolay görünmez. Bu yüzden, bize rızkımızı ulaştıran zahirî sebeplere, imanımızın icabı olan bir tevekkülle değil, beşeriyetimizin gereği olan hırsla yapışırız ve bu hırs sebebiyle kendimizi bereketsizliğe mahkûm ederiz. Bereketsizlik de bizi doğru kaynağa yönelteceği yerde hırsımızı daha çok artırır. Hırs arttıkça bereketsizlik artar, bereket azaldıkça hırsımız şiddetlenir.  Böylece, kendimizi “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir geçim darlığı olur.” (Tâhâ, 20:124) meâlindeki âyet-i kerimenin haber verdiği fasit dairenin tam ortasında buluruz.

Keşke hırsın zararı sadece sahibine münhasır kalsaydı! Ne yazık ki, hırs yaygınlaştıkça, doğurduğu zarar sadece fertlere ait hırsların toplamıyla sınırlı kalmıyor, insanî değerleri hayatın bütün safhalarından silip atıyor ve toplumu tam Adam Smith’in tarif ettiği gibi, bütün muamelelerin çıkar esası üzerinde döndüğü bir menfaatperestler topluluğu haline sokuyor. O toplumda artık fırıncılar hemcinslerinin bir temel ihtiyacını karşılamak gibi ulvî bir düşünceyi akıllarından geçirmiyorlar; tıp veya hukuk tahsili, insanların sağlığına hizmet etmek veya adaleti sağlamak için değil, bilgi ve beceriyi sermayeye tahvil etmek için bir araç haline geliyor. Bütün mesleklerin menfaat için icra edildiği, herkesin çıkar peşinde koştuğu ve bütün fertlerin birbirine çıkar bağlarıyla bağlandığı bir toplumda faziletten kim ne anlar, huzur ve mutluluğu kim nerede bulur?

***

İçinde bocaladığımız fasit daireyi kırmak için daha çok kazanmak gerekmiyor; bunun çok daha kolay bir yolu var: hırsı terk etmek ve rızkın gerçek kaynağına yönelmek. Daha başka bir çözümün mümkün olmadığını, içinde bulunduğumuz halin tasvirinden ibaret olan şu hadis-i kudsî açık bir dille bize hatırlatıyor:

“Ey Âdemoğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyaçlarını gidereyim. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, ihtiyaçlarını da kapamam.” (Tirmizî, Kıyamet: 30; İbni Mâce, Zühd: 2.)

Şöyle de söyleyebiliriz:

Kedinin irfan seviyesinden daha aşağı düşmeyelim, yeter! Siz onu sıcak ciğeri döverken değil, elinizden lokmayı aldıktan sonra sizi unutup Rabbine şükrederken görmelisiniz. Zira o ciğeri kimin ısıttığını bilemese de, kendisini kimin rızıklandırdığını pekalâ bilir.