“Sen, Rabbinin nimeti sayesinde, deli değilsin.” (Kalem-2)
Bazı inançsız insanlar, Peygamberimiz’in (asm) akıl hastası olduğunu iddia ediyor, ‘paranoid psikoz’ gibi bazı hastalıkları ona yakıştırıyorlar. Melekleri görme, vahiy gelmesi gibi olayları da halüsinasyon (akıl hastalarının başkalarının duymadığı sesler duyması, hayaller görmesi) olarak yorumluyorlar.
Bu şüpheleri mantıki ve ilmi açıdan ele alalım:
1. Delilik iddiası, sadece Peygamberimiz (asm) için değil, gelmiş geçmiş tüm peygamberler için, hatta bir çok evliya için de ileri sürülmüştür. Çevrelerinde en güvenilir, en ahlâklı, en seçkin olarak tanınan ve bu kadar çok sayıdaki insanın, hepsi de deli olabilir mi? Acaba daha akla yakın olanı, esas onların hepsine deli diyenlerin kendilerinin deli olmaları değil midir?
2. Paranoid psikoz gibi hastalıklarda, hastaların hezeyanları karmakarışık, bazen kendi içinde bile tutarsızdır ve hastadan hastaya da çok değişir. Hatta ihtisas yaptığım hastanede, eski düzensiz döneminde, bazen hasta çokluğundan, hocalarımız toplu vizit yapar, tüm hastaları beraber aynı salonda görürlerdi. Ve hangi hasta hezeyanını, garip fikirlerini anlatsa, diğerleri “Amma saçmaladın ha..” diye ona gülerlerdi. Ardından o gülen hastalardan biri kendi hezeyanını anlatınca, bu sefer de diğerlerinden kahkahalar yükselirdi. Yani hiçbir hasta diğerinin hezeyanını paylaşmazdı.
Bu, psikiyatrinin genel bir kuralıdır zaten. Zira hastalık bir bozulma olduğundan, bozulmanın ölçüsü, kuralı olmaz. Kişiye göre mutlaka değişir. O yüzden de aralarında tutarlı bir ortak payda bulunmaz.
Bunun tek istisnası ‘paylaşılmış paranoya’ denilen ve çoğunlukla iki kadın arasında ya da bir kadınla bir erkek arasında, aynı hezeyanı paylaşma şeklinde seyreden bir hastalıktır. Ki bu hastalık hem çok nadir görülür, hem de iki-üç kişiden fazlasını etkilemez. Etkilenen taraf da daima kadındır zaten.
Ayrıca yine psikiyatrinin kabul ettiği bir prensiptir ki, kültürel olarak, çok sayıda kişi tarafından kabul edilen inanışlar, hezeyan olarak kabul edilmezler.
Şimdi sormak lâzım; peygamberimizde var olduğu iddia edilen akıl hastalığı, nasıl bir hastalıktır ki, farklı asırlarda, farklı ülkelerde yaşamış bunca seçkin insan, hep beraber aynı hakikatleri, Allah’ın varlığını, Cennet ve Cehennem’i, melekleri vs. haber vermiş ve bütün bu esaslarda hemfikir olmuşlardır? Böyle bir akıl hastalığı var mıdır? Psikiyatriye az çok aşina olanlar, esas bu iddianın bir hastalık olduğunu anlarlar.
3. Büyüklük paranoyasına yakalanmış bir kişi, kendisini örneğin “Ben Cumhurbaşkanıyım.” “Amerikan büyükelçisiyim.” vs. diye görebilir. Arada türeyen yalancı peygamberler de zaten bu çeşit hastalardır. Ancak unutmamak gereken bir şey var ki, “Ben Amerikan büyükelçisiyim.” diyen herkesi “Hastadır.” diye akıl hastanesine yatırırsanız, gerçek büyükelçiyi de yanlışlıkla hastaneye kaldırabilirsiniz. O zaman hata yapmamak için, “Delilin nedir? İspat edecek bir evrakın var mı?” diye sorarsınız.
Aynen öyle de; bir insanın “Ben peygamberim.” dediğinde, delil olarak mucizelerini, evrak olarak ta ona vahiy edilmiş kitabı görmek lâzımdır. İşte o Zât (asm), delillerini sunmuş, yüzlerce mucize göstermiş, kitap olarak da yine her yönü ile mucize olan Kur’an’ı gösterip davasını ispat etmiş. Artık bundan şüphe edenin, ben aklından şüphe etsem, haksız mıyım?
Yeri gelmişken, bir akıl hastanemizde yanlışlıkla hasta muamelesi gören bir vaka anlatılır, aktarmak isterim: Bir gün hastanenin acil polikliniğinde bir bayan “Ben falanca yabancı diplomatın eşiyim.” diye havalı bir şekilde teftiş yaparcasına dolaşırken görülmüş. Hastane personeli, bozuk bir Türkçe konuşan, giyimi biraz garip ve tavırları da abartılı olan bayanın, bir yabancı diplomat eşi olamayacağı fikriyle, ‘paranoid psikoz’ teşhisi koyup karga tulumba hastaneye yatırmışlar. Bayanın bağırıp çağırmaları da eksitasyon (saldırganlık) diye isimlendirilmiş. Ancak birkaç gün sonra bayanın gerçekten de bir yabancı büyükelçinin eşi olduğu ortaya çıkmış. Olay neredeyse diplomatik bir skandal halini alacakken, güç bela hata anlatılıp özür dilenmiş. Keşke kimliğine bakıp biraz soruştursalardı teşhis koymadan önce, değil mi?
4. Kaldı ki, Peygamberimize (asm) elçilik görevi 40 yaşında verilmiş. Ve o yaşına dek de çevresinde ‘Muhammedü’l-Emin’ lâkabıyla, yani doğru, güvenilir bir insan olarak tanınmış. Halinde, tavrında hiç bir aşırılık, gariplik görülmemiş.
Oysa tıbben biliyoruz ki, akıl hastalıklarının hemen hepsi, 40 yaşına dek mutlaka bir belirti verir. Zira 40 yaşında artık mizaç sabitleşir. O yaştan sonra başlayan akıl hastalığı çok nadirdir. Ancak bunamaya vs. bağlı olarak çıkabilir. Hatta en ağır akıl hastalığı olan ve hayaller görme, sesler işitme (halüsinasyon) ve garip fikirlere saplanma (hezeyan) gibi belirtilerle seyreden şizofreni hastalığının teşhisini koymak için, bir çok ilim adamı, hastalığın 40 yaşından önce başlamış olması şartını aramaktadır.
Oysa O Zât’ın 40 yaşına kadar olan hayatında, kendisini eleştirecek tek bir noktayı, düşmanları dahi bulamamışlar. Onun için ne “Ahlâksızdır.”, ne “Yalancıdır.”, ne de “Şüphecidir, kafası karışıktır.” dememiş, diyememişler.
Burada bir tefsirden alıntı yapalım: “O Zât’ın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde, bir hilesi, bir kötülüğü görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer O Zât’ın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük yönelimi olsaydı, gençlik heyecanıyla mutlaka dışarıya yansıyacaktı. Halbuki bütün ömrünü tam bir istikametle, iffetle, düzen içinde geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve 40 yaşına gelindiğinde, iyi olsun, kötü olsun, nasıl bir ahlâk olursa olsun, kalıcı olur, alışkanlık haline gelir, artık terk edilmesi mümkün olmaz.
İşte bu Zât’ın, tam 40 yaşının başında iken yaptığı o büyük devrimi âleme kabul ettirip onaylatan ve herkesi onun etrafına toplayan en önemli faktör, O Zât’ın (asm) öteden beri herkesçe bilinen doğruluğu ve güvenilirliği olmuştur. Ve bu özelliği, peygamberlik davasına en büyük bir delil hükmüne geçmiştir.”
Bütün bunlardan sonra, “Peygamberimize (asm) deli diyen, esas kendi delidir.” desem, haksız olur muyum?