“Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz.”
— Hz. Ali
Çocuklarınızın üzerine yağan yağmurlar farklı olacak. Farklı sağanaklardan, farklı sığınaklara doğru koşacaklar. Onların mağduru oldukları da, sahibi oldukları da bizden farklı olacak. Her çocuk döneminin yoksunluğunu ve bolluğunu kendi ruhunda yaşayacak.
Oyun alanlarının daha çok, evlerin hep bahçeli olduğu zamanlarda çocuklar doyasıya oyun oynadılar. Belki şimdiki çocuklar kadar oyuncakları olmadı ama oyun oynayacak arkadaşları ve yemyeşil alanları vardı. Günün ilk ışıklarıyla dışarı çıkar akşama kadar suyla, çamurla oynarlardı. Ağaç tepeleri evcilik oynamak için en çok tercih edilen yerlerdi. Yapay oyuncaklar yerine bizzat kâinattaki her şeyin oyun aracı olduğu bir dönemin çocuklarıydı onlar. Her dönemim kendine ait sıkıntıları, yoklukları ve bollukları vardır. O dönem yoksunluk olarak görülen şeylerin yerine, şimdi bolluk içinde yaşanan derin boşluklar kaldı.
Babamın çocukluğu, benim çocukluğum ve kızımın çocukluğu… Üç ayrı devir, üç ayrı kimlik… Üç ayrı varoluş ve üç ayrı kulluk savaşı… Babamın ve annemin çocukluğu okul dışında aileye yardım etmenin de ön planda olduğu bir zamandı. Bahçe ve tarla işleri yanında arta kalan zamanda arkadaşlarla geniş mekânlarda oyunlar oynanırdı. Bizim çocukluğumuzda okul ve eğitimin hayatın daha büyük bir kısmını kapsadığı, fakat yine sokakta ve bahçede oynamanın hala mümkün olduğu bir çocukluktu. Şimdiki çocuklar ise bizim hayalini bile kuramadığımız bilgisayarların, oyuncakların ve daha birçok şeyin sahibi oldular. Onlar maddi varlık olarak bizlerden çok daha fazlasına kavuştular. Fakat sınavlar, dershaneler, en iyi okulları kazanma çabası, günde kaç soru çözülmesi gerektiği, dershane ve okul notları gibi daha birçok sebep yüzünden tadını çıkarırcasına oynayamadan büyüdüler. Onlar da ertelenmiş çocukluğun, görünürde afilli mağdurları olarak kendi hikâyelerini yaşayacaklar.
Şimdi mükemmeliyetçiliğin prim yaptığı, özgüvenli olmanın kendini mükemmel hissetmekle eş değer tutulduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Anne baba olarak çocuklarımız hiçbir şeyden mahrum kalmasın, hiçbir eksikleri olmasın, hiçbir şeyin yoksunluğunu yaşamasınlar diye çabalıyoruz. Biz görmedik onların olsun; biz yaşamadık, onlar yaşasın istiyoruz. En iyi okullarda okusun, kimse onları üzmesin, düşmeden, terlemeden, beklemeden, hasta olmadan büyüsün diye canla başla uğraşıyoruz. Onlara deneme, yanılma payı vermeden, hatta ihtiyaç hissetmelerine bile fırsat tanımadan taleplerini karşılıyoruz. Beklenmeden, emek verilmeden elde edilen, yaşından önce sahip olunan şeylerin onlar için o kadar kıymetli olmadığını gördüğümüz halde sınırsızca gerçekte ihtiyacı olmayan her şeyi vermeye devam ediyoruz.
Kaygılı anne baba çocuğun gelişmesini engeller
Artık anne babalar daha kaygılı ve daha endişeli. Hep tehlikeli bir şey olacak korkusuyla çok fazla koruyucu davranıyorlar. Sürekli sözel uyarı ve yönlendirmelerle çocuğu, kendi kendine öğrenme, inisiyatif kazanma ve otokontrolden yoksun bırakıyorlar. Her şeyi onları korumak adına ve bu niyetle yaptıklarından şüphe yok. Fakat bu kadar koruyuculuk ve yönlendirme yapmak çocukları bencil ve hayata karşı kırılgan yapıyor. Hiçbir şeyi eksik kalmayan, beklemeden hemen elde eden çocuk, hayatı boyunca bu konforu devam etsin istiyor. İnsanda kolayı ve kolaycılığı tercih eden nefis, çocukta da devreye giriyor. Her istediği çocukluğundaki gibi anında karşılansın, beklemeden verilsin diye bekliyor.
Çocuklara hazzı geciktirmeyi öğretmeli
Hazzı geciktirme, kişilik gelişimi ve tekâmülü için oldukça kritik bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. İsteklerini elde etmek için beklemeyi, çabalamayı ve zamanı kabul etmeyi gerektiriyor. Hemen elde edilen, çabalamadan kazanılan durumlar çok da kıymetli olarak algılanmıyor. Hoyratça harcanması daha kolay oluyor. Emek verilen her şey daha kıymetlidir, daha öğreticidir. Hazır gelen ve hep büyükleri tarafından karşılanmış talepler çocuk ve genç açısından zaten olması gereken sunumlar olarak görülüyor.
Sen en iyisini hak ediyorsun yönlendirmesi yanlış
Son yıllarda gençlere ve kadınlara sürekli pompalanan bir fikir de, sen her şeyin en iyisini hak ediyorsun fikri... Reklâm ve film replikleriyle, kişisel gelişim senaryolarıyla bu düşünce biçimi özellikle çocukların bilinçaltına işleniyor. Sen bunu hak etmiyorsun, sen en iyisini hak ediyorsun söylemleriyle, çaba göstermene ve emek vermene gerek yok, sadece istemelisin yönlendirmesi yapılıyor.
Bazı kavramlar ne kadar masummuş gibi görünüp, kulağa hoş gelse de dünyevileşmenin zihinsel alt yapısını kuruyor. Her şeyin en iyisini zaten hak ettiğini duyarak büyüyen bir çocuk, seçimleri ve tercihleri için hedefler koyması ve bunlar için emek vermesi, çabalaması gerektiği durumlarda çelişkiye düşüyor. Gerçek dışı hedefler koyup, mükemmeliyetçilik gibi kavramlarla süsleyip sunulan bu sanal gerçeklik, gerçek hayatla uyuşmadığı zaman genç bunalıma düşüyor. Kendini yetersiz ve güvensiz hissedebiliyor...
Özgüven yüklemesi mi, benlik şişirmesi mi?
Özgüven, günümüzde sınırları doğru düzgün çizilmemiş, afilli bir kavram olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Biz özgüvenli yetiştirilmedik diye çocuklarımıza özgüven yüklemesi yapıyoruz. Yalnız o yüklediğimiz şeyin özgüven değil, sadece şişmiş benlikler olduğunu fark edemiyoruz. Bu kavram, inanan ve inandığıyla mutlu olmayı başarabilen bir nesil yetiştirme önünde ciddi bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek özgüven, kendini beğenmek ve bunu her fırsatta narsistçe ifade etmek, diğerlerinden üstün olduğunu dile getirmek değildir. Ben harikayım, ben en güzelim, kesinlikle ben kazanacağım, en iddialı benim gibi söylemler son zamanlarda özellikle tv ekranlarında sıklıkla karşımıza çıkıyor.
Oysa gerçek özgüven kendinden hoşnut olmaktır, verilen ve verilmeyenden memnun olma halidir. Kendini keşfetme, verilenlerin içinden güzel haller ve yetenekler bulup, bunları geliştirme sürecidir. Gerçek özgüvende kişi kendini yetersiz ve değersiz hissetmez; bilir ki, onu seven ve severek yaratan, onun hamuruna ona özel sırlar koymuştur. Ona düşen onları fark etmek, izini sürmek, keşfetmek ve geliştirmektir.
Benlik şişmesinin çocuğa zararları
En mükemmel olması gerektiğini ve en iyisini hak ettiğini düşünerek büyüyen bir çocuğun kırılganlığı da artar. Hayatın doğal akışındaki iniş çıkışlar onu hayal kırıklığına uğratır. Hızını ve emeğini yavaşlatır. Çabuk vazgeçer. Mücadele etmeyi bırakır. En mükemmeline sahip olamayacaksan, hiç yapma daha iyi şeklinde çıkarımlara yol açabilir. Bu durum çocuğu daha sıkılan, bunalan ve isteksiz bir ruh haline sokabilir. Anne babayla ilişkisinde daha suçlayıcı, talepkâr davranmasına, hep eksik bir şeyler varmış gibi hissetmesine de yol açabilir. Sürekli bir tamamlanmamışlık hissiyle yaşamak, anlamsızlık duygularını da beraberinde getirir. Hayattan lezzet alamama, anlamsız ve boş hissetme, amaçsız ve gayesiz olarak yaşıyormuş düşüncesi yerleşmeye başlayabilir.
Sürekli mutluluk şartlanması, mutluluğu kaçırıyor
Hiç keyifli değil, çok keyifli... Söylemlerini daha sık duyar olduk. Yapacağın şey keyif vermiyorsa eğer, o zaman yapmana da gerek yok. Keyif vermeyen şeyler nasıl keyifli hale getirilebilir?
Sıkıcı ve keyifsiz bir şeyi yapmak istememek alışkanlığı hızla yayılan bir virüs gibi hayatlarımıza giriyor. Sürekli eller havada kıvamında yaşamak isteği yayılıyor. Hayat tamamen bundan ve bu duygudan ibaret olması gerekiyormuş gibi empoze ediliyor. Biraz hüzün veya sıkıntı durumu paniğe sebep oluyor. Sanki kıyamet kopacakmış gibi algılanıyor. Bu durum çocuklarımıza da aşılanıyor. Bir şey keyifli değilse can sıkıcı olarak algılanıyor. Ders çalışmak sıkıcı, o yüzden çalışmak istemiyorum. Hiç eğlenceli değil, çok sıkılıyorum gibi cümleleri çocuklarımızdan daha sık duymaya başladık.
Oysa hayatın hamurunda olan ‘çaba ve emek’ bizzat kendileri huzur veren kavramlar olarak vardır. Üretmenin kendisi zevk vermekten çıkınca, sonuç odaklı bir nesil yetiştirmeye başladık.
Çocuklar oyun oynamıyor; çünkü öyle görüyorlar
Günümüzde anne babalar çocuklarının oyun oynamadığından şikâyetçi. Evde amaçsızca koşturup duruyorlar. Ya bilgisayar karşısında ya da televizyon seyrediyorlar. Aslında değişen sadece çocuklar değil. Onlara örnek olması gereken bizler de eski uğraşılarımızı çoktan terk ettik. Örgü örmek, iplerle meşgul olmak, evde bir şeyler dikmek, işlemek gibi faaliyetlerimizi maalesef ki artık yapmıyoruz. Anne babalar da ya ekran karşısında ya da internette meşgul oluyor. Buna şahit olarak büyüyen çocuklar gördüklerini kişiliklerine aktarıyor.