TR EN

Dil Seçin

Ara

Budapeşte’de Gül Yetiştirmek

Geçenlerde Macaristan’a bir konferans için gittim. Bu ülkede Budapeşte’nin hem sanayi hem de kültür merkezi olduğunu duymuştum. Benim gözüme çarpan yanı ise yeşilinin bol olması. Bizim Bursa’nın yeşili burada o kadar çoğalmış ki her tarafı kaplamış gibi geldi bana. Sokaklarında dolaştıkça sanki ben buraya daha önce gelmişim gibi bir hisse kapıldım. Burada parklar o kadar büyük yapılmış ki, yürüyerek dolaşılmaz demekten kendimi alamıyorum. “Böyle bir şehir olur mu!” diyesi geliyor insanın. Toplam yerleşimin neredeyse yarısı yeşile ayrılmış. Ben bunu daha önce duymuştum ama pek inanasım gelmemişti. Bir şehir nasıl bu kadar yeşil olur! Ben bunu sorgulamadan buradan ayrılmam diye söylenmeye başladım.

 

“Yeşil Delen” Yaptırılmamış

Daha fazlasını görüyorum Budapeşte’de. Binaların boyları neredeyse aynı yükseklikte yapılmış. Birileri çıkıp ben yüksek bina yapacağım dememiş. Bilmiyorum belki de demiştir. Ancak “Yeşil Delen” yaptırılmadığı ortada.

Kamu yararı denildiğinde akan sular durmuş burada. Tuna Nehri bile bu kurala boyun eğmiş. Böyle olunca da yollar sağa sola kıvrılmak zorunda kalmamış. İşte sonucu ortada, kolayca ulaşıyorsunuz gideceğiniz her yere. İnsanların hayatını kolaylaştırmak için her şey düşünülmüş. Ulaşımda teknolojinin tüm imkânları kullanılmış; katlı metro, banliyö tren, tramvay şebekesi. Otobüs işletmeciliği de unutulmamış, ancak bir farkla. Çok sayıda hat oluşturmuşlar, böylece hızlı ulaşımdan taviz verilmemiş. Şehir içi ulaşımda Avrupa’nın en iyisi olduklarını söylüyorlar. Avrupa’nın en yeşil kenti olmakla da övünüyorlar. İkisinde de çok haklılar. Belki farkında değiller ama övünecekleri daha çok şeyleri var.

 

“Yaşlılara, hamile kadınlara, çocuklulara yer verelim” anonsu yapılmıyor!

“Yaşlılara, hamile kadınlara, çocuklulara yer verelim” veya “Çantalarınıza dikkat edin” gibi anonslar yok bu şehirde! Bitmedi! Şu bindiğim otobüse bakın; koltuklar boş, insanlar ayakta. Durumu anlamaya çalışıyorum. Göz ucuyla koltukların arızalı olup olmadığına baktım. Hayır, hepsi de sapasağlamdı. Dayanamadım sordum. “Niçin oturmuyorsunuz?” diye. Koltukların yaşlılar için olduğunu söylediler bana. Ben de oturmaktan vazgeçtim. Yaşlı halim mi var benim. Şaşkınlığım geçtikten sonra tekrar sordum “Burada yaşlı yok, otobüse bindiği zaman kalkarsınız, hem de jest olur, şimdi otursanız olmaz mı?” Nafile sorular bunlar. Kimsenin oturacağı yoktu. Şoför devreye giriyor. “Siz yabancısınız galiba. Bizde koltuklar yaşlılar, hamile kadınlar, bir de çok yorgun gençler içindir, bunların dışında oturanı göremezsin.” diyordu.

Bizim gençler geliyor aklıma. Ben şimdi ah çekmeyip de ne yapacaktım. Çoğu yorgun bizim delikanlıların! İhtiyarı görmezlikten gelmek için camdan uzaklara bakmaları yok mu, işte öldürüyor bu beni.

Otobüsten indikten sonra duraklardaki koltukları kontrol etmeye başladım. Birkaç ihtiyardan başka oturanı göremedim. Kaybettiğimiz bazı değerlerimiz burada ne kadar canlı yaşıyor. Acı çöktü içime. Hasret ise dalga dalga! Aslında buraya ben hiç gelmemeliydim.

 

Gül kokusu

Şehirde dolaşmaya devam ettim. Şimdi yolum Gülbaba Türbesi’ne yöneldi. Baktım türbenin bahçesinde eskilerden bir bahçıvan. Oturdum dizinin dibine. Anlat bana dedim sen gülleri nasıl yetiştiriyorsun. Bu bahçıvan gül mü anlatıyor çocuk mu bakıyor, yoksa ihtiyar mı kolluyor anlayamadım.

Dedi ki: “Filizi gördüğümde işte yeni bir can diye başlıyorum sevinmeye. Hemen adını koyuyorum. Sonra etrafını sarıp sarmalıyorum. Yanlışlıkla o filizin üstüne basan olur diye çok korkarım. Yaban çiçeklerinden de korurum ben onu. Delikanlı olduğunda kendi haline bırakırım. İhtiyarlayıp boynunu büktüğünde koşup gelirim. Bir payanda dikerim yanına. Sıkı sıkı bağlarım onu, yıkılmasın diye. İhtiyarlığında bir başka bakarım ben ona. Hep hatırlarım o güzel kokular saçtığı günleri. Hem ben aynı kokuyu ihtiyar güllerden de duyarım. Bunu sen bilir misin?” Ne garip şeyler bunlar dedim. Koku almak için buruna ihtiyaç yokmuş. Gülün bile ihtiyarına vefa duygusu olurmuş.

 

Bursa, Osmanlının ilk şehirleşme felsefesinin ürünü

Osmanlı devletinin ilk yılları geldi aklıma. Bursa onların ilk şehirleşme felsefelerinin ürünü. Öylesine imar etmişler ki bu şehri, zaman içersinde “Yeşil Bursa” denilmişti. Sonra yeşil sevgisini dalga dalga yaymışlar ta yedi kıtaya. Bu sevgi ile birlikte oralara neler götürmüşler neler... Yıllar bile eskitememiş bunları. İşte Budapeşte örneği ortada duruyor.

Gülbaba, Budapeşte’ye geldiğinde koca şehirde hiçbir alt yapı yokmuş. Önce hamamlar yapmışlar, sonra da yeşil alanlar ve kanalizasyon şebekesi. Yeşil alan yapmakla kalınmamış, bu yeşilin hikmeti bir güzel anlatılmış oradaki insanlara. Tarlalara ise sevgi ve hürmet tohumları atılmış. Bu tohumların bazıları öylesine kök salmış ki, zaman bile çürütememiş onları. Şimdi sen gel Budapeşte’de gör, ihtiyara hürmet ve merhamet nasıl olurmuş. İstersen belediye hizmetini sorgula. Hiçbir yöneticisi politik kaygılarla ruhsat dağıtmamış. Kamu yararı bu demiş, başka bir şey dememiş.

 

Gülbaba, kendi yetiştirdiği gülleri arasında

Önce yolunu Budapeşte’ye düşürmeli, sonra da Gülbaba’ya gitmeli insan. Kolay yerde. Şehrin ortasından Tuna Nehri akıyor. Nehrin tepelik olan Buda yakasında Gülbaba sokağından yukarı doğru çıkacaksın. Hâkim bir tepenin üzerinde bulursunuz onu. Kendi yetiştirdiği güller içinde yatıyor o Sultan. Sultan Kanuni’den bu yana bekliyor orasını.

Türbede bir de bahçıvan göreceksin. Sana dalından koparılmış meyveler ikram edecek. Kokusu ta Gülbaba zamanından gelen. Sonra seni yolcu ederler. Senin ülkenden yine senin ülkene!

Bize ait olan güzellikleri başka yerlerde gördüğün zaman “Bu bizde neden böyle değil?” diyerek söylenmeye başladığında Gülbaba’yı hatırlamalısın. O sana çok uzaklardan seslenecektir “Evlat unutma, gül yetiştirmek kolay değildir” diye.