İsrâ Sûresinde , “De ki, ruh Rabbimin emrindendir.” buyrulur. (85. ayet)
Bu ayetin tefsirlerinde, “Ruh ancak Rabbimin bileceği iştendir.” “Ruhun hakikatini ancak Allah bilir.” “Ol demekle oluveren bir emirdir, bir ibda-i fiilîdir, başka bir unsur ve menşei yoktur.” “Emirde kumanda manâsı esastır ve ruh, Allah’ın bütün mahlukat üzerindeki rububiyet emrinden bir emirdir.” gibi açıklamalar yapılmış bulunuyor
Âlemler hakkında yapılan dünya-ahiret, gayb-şehadet, mülk-melekût gibi ikili tasniflerin birisi de emir-halk âlemi şeklindedir. Nitekim, bir ayet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“ ...Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’raf Sûresi, 54)
Fahreddin Razî Hazretleri, “Halk âlemi cesetler ve cismanîler âlemi, emir âlemi ise ruhlar ve mücerretler âlemidir.” buyurur.
Bütün mahlukat halk âlemindendir, onların idare edildiği kanunlar ise emir âleminden. Meselâ, yer küresi halk âlemindendir, yer çekimi ise emir âleminden. Tabiri caizse, emir âlemi halk âleminin idare edildiği âlemdir ve bu âlemin merkezi Arş’tır.
Arş, bütün varlık âleminin yönetim merkezidir; “İlâhî emirlerin meleklere ilk tebliğ edildiği makam” şeklinde tarif edilir; madde âleminden değildir.
İşte “Ruh rabbimin emrindendir.” ayet-i kerimesi ruhun emir âleminden olduğunu ders verir. Cenab-ı Hakk’ın arş ile bütün âlemleri idare ettiği gibi, ruh kanunuyla da bedendeki bütün hücreleri ve organları sevk ve idare etmektedir.
Nur Külliyatında ruhun tarifi yapılırken de bu noktaya vurgu yapılır ve ruhun âlem-i emirden gelmiş bir kanun olduğu nazara verilir.
“Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir...” (Sözler)
Yine Nur Külliyatında ruhun basit olduğu yani terkib olmadığı da belirtilir. Bu husus çok önemlidir. Zira, “Ruh ile kalb aynı şeyler mi, yoksa farklı mı?” sorusunun cevabı ruhun besatetinde, yani onun terkib olmayışında saklıdır. Buna göre, bedenin organlarının müstakil vücutları olmasına rağmen, ruhun latifelerinin müstakil varlıkları söz konusu değildir. Hepsi aynı ruhun farklı görevlerini temsil ederler.
İşaratü’l-İ’caz’da kalbin tarifi şöyle yapılıyor:
“Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”
Yine ruhun tarifinde “zişuur, zihayat,..., bir kanun-u emrîdir” buyrulmakla, ruhun şuur sahibi olduğu ifade ediliyor.
Lâtife-i Rabbaniye üzerinde biraz duralım:
Bedenin kesif ve maddî organlarına karşılık ruhun nuranî latifeleri vardır. Bu latifelerin, tabir-i caiz ise, sultanı kalbdir. Kalbin tarif cümlesinde açıkça görüldüğü gibi, akıl ve vicdan da kalbe bağlı iki temel latifedir. Vicdan hisler âleminin merkezi, akıl ise fikir âleminin makesidir. Yani, fikirler dimağda makes bulur ve bunlar kalbe mana ve feyiz olarak aktarılır. His âlemi de bütün sevgilerini, korkularını, endişelerini, merhamet ve sair hislerini kalbe takdim eder. Bu latifelerle ruh kendi varlığını bilir, organlarını ve kâinatı tanır, eşyanın hikmetlerini anlar; sevme, merhamet etme gibi özelliklere sahip olur.
Beden ve ruh arasındaki yakın ilgiden hareket ederek şöyle düşünebiliriz:
İnsanın bedeni, el ile tutup, mide ile hazmettiği gibi, ruhu da akıl ile anlar, vicdan ile hisseder. Her ikisinin de mahsullerini doğru değerlendiren bir kalb ise bu bilgi ve sezgileri iman ve marifet haline getirir.
***
Kâinatın bir küçük misâli olarak yaratılan insanda, bütün madde ve manâ âlemleri de yine küçük numuneler halinde temsil ediliyorlar. Bedenimiz şu görünen âlemi temsil ederken, ruhumuz da gayb âlemlerinin bir temsilcisi yahut bir habercisi gibidir.
Bedenimiz bu âlemden süzülen gıdalarla beslenirken, kalbimiz ve ruhumuz onda tecelli eden İlâhî isimleri hayret ve muhabbetle temaşa etmekle beslenir, tekâmül eder.
***
Bazı âlimler ise ruh ile kalbin aynı olduğu görüşündedirler. Bu görüş ruhun basit olduğu, terkip olmadığı hakikatine dayanmaktadır. Şu var ki, bu basitlik içinde yine harika bir iş bölümü vardır; kalb, akıl, vicdan sanki müstakil imişler gibi ayrı işlerde mükemmel vazife görürler.
Öte yandan, ruhun maddî ve kesif olmayıp lâtif bir varlık olması sebebiyle ruhun kendisi de bir lâtifedir. Nitekim Sözler’de, İnsan Penceresinde “bir kanun-u emri ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh” ifadesi geçer.
Kalb ile beden arasındaki harika ilginin bir yönü de şudur:
Beden gibi ruhun ve kalbin de ihtiyaçları vardır. Yine bedenin hayatiyeti maddî gıdalarla devam ettiği gibi, ruh da manevî gıdalarla beslenir; onlar verilmediğinde zayıf düşer, yaratılış gayesine layıkıyla hizmet edemez.
***
Üstat Hazretleri Dokuzuncu Söz’de insanın üç temel özelliği olan ‘acz, fakr ve naks’ ile namazın çekirdekleri olan ‘tesbih, hamd ve tekbir’ arasında harika bir ilgi kurar. Yirmi Birinci Söz’ün namaz bölümünde de ayrı bir üçlü nazara verilir: Ruh, kalb ve latife-i Rabbaniye. Bunların da ancak namazla tatmin oldukları güzelce izah edilir. Bu derste nazara verilen hakikatler, “Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.” ayet-i kerimesinin bir manevi tefsiri gibidir.
Yine bu ayetin bir tefsiri manasında “Bâtın-ı kalb ayine-i Sameddir.” buyrulur. Kalbin batnı, yani bildiğimiz maddî kalb değil de manevî kalbimiz, ancak iman ve marifetle, zikir ve ibadetle tatmin olduğu için Samed ayinesi olma noktasında bütün mahlukatı geride bırakmıştır.
Bilindiği gibi Samed isminin manası “Her şey Allah’a muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” demektir. Buna göre her şey Samed ismine aynadır ve her şeyin her ihtiyacını Allah görmektedir. Cansız varlıklar, varlıklarının devam ettirilmesiyle Samed ismine ayna oldukları gibi, hayvanlar âlemi hayata kavuşmalarıyla, görmeleri, işitmeleri, yemeleri içmeleriyle Samed ismine çok daha büyük ve geniş bir ayna olmuşlardır. İnsanın da bedenî ihtiyaçlarının görülmesi bir yönüyle hayvanlarla müştereklik arz eder. Ama insanın asıl önemli ciheti ruhu ve kalbidir.
Beden kâinatla ve ondan süzülen nimetlerle beslenirken ve onlarla tatmin olurken, insan kalbi mahlukatla tatmin olmaz, onları yaratana imanla, marifet ve muhabbetle tatmin olur. Onun tatmini iman ve marifetle olunca Samed isminin en büyük aynası da o olmuş oluyor.
Öte yandan, kalbe bağlı latifelerin de her birinin ayrı bir tatmini söz konusudur.
Akıl, hikmetler âlemini düşünmekle, eserden müessire geçmekle tatmin olur.
Muhabbet duygusu, ancak Allah sevgisiyle ve mahlukatı da O’nun namına sevmekle tatmin olur.
Vicdandaki şefkat duygusu, bütün canlıların Allah’ın mahluku ve misafiri olduğunu bilmekle ve “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.” hakikatine dayanmakla tatmin olur.
Korku hissi, her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğunu, bütün varlıkların Allah’ın askerleri olduklarını ve O izin vermedikçe hiçbirinin ona zarar veremeyeceğini bilmekle tatmin olur.