TR EN

Dil Seçin

Ara

Küçük Şeylerle Meşguliyet Allah'ın Azametine Zıt Mı?

İnsanı önyargılara sevk eden bir nokta da, insanın kıymet ve büyüklüğünün, meşgul olduğu şeyin kıymet ve büyüklüğüne nispet edilmesidir.

 

İnsanı önyargılara sevk eden bir nokta da, insanın kıymet ve büyüklüğünün, meşgul olduğu şeyin kıymet ve büyüklüğüne nispet edilmesidir. Hatta insanın idealleri kadar büyük olduğu söylenir. Ve insan çok defa meşgul olduğu şeyde kendini kaybeder ve onunla hemhal olur. Bunlardan dolayı da adi, basit bir iş, büyük bir kişiye yakıştırılmaz, hatta yadırganır ve bir uygunsuzluk olarak görülür.

Örneğin bir devlet başkanının bakkala gidip misafirlerine ikram edilecek çay ve şekeri kendisinin alması ve vasıfsız bir hizmetlinin kolayca yapabileceği bir işi yapmaya kalkması veya mutfak araç gereçlerinin temizliğiyle bizzat ilgilenmesi ona hiç yakıştırılmaz. Üstelik bu tür detaylara zaman ayıran bir devlet başkanının esas işini lâyıkıyla yapamayacağından endişe edilir. Hatta mütekabiliyet esasına göre bir devlet başkanının başka bir ülkenin dışişleri bakanını dışarıda karşılamak için giriş kapısına inmesi bile diplomatik bir skandal olur ve kendisini ve ülkesini küçük düşürmüş sayılır.

Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman’ın bu konuda şöyle ifadesi vardır:

“Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti [gayret ve ideali] nispetindedir. Himmetin derecesi ise, maksat ve iştigal ettiği [meşgul olduğu] şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh [yönelmesi] ve kastettiği şeyde, güya “fena fi’l maksad” oluyor [maksadında kendini kaybediyor]. İşte şu noktaya binaen, hasis [değersiz, küçük] bir emir [iş] veya pek cüz’î [küçük] bir şey, büyük bir adama isnat olunmaz [dayandırılmaz]. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya müvazenet [denge] bozulur.”1

Bu bakış açısıyla Kâinatın Sultanını düşünen bir insan, Âlemlerin Rabbine, milyarlarca kelebeğin her birinin kanadının deseni ile veya her bir karıncanın midesinin ihtiyacı ile uğraşmayı âdeta yakıştırmaz.

Burada insan yanlış bir kıyaslama yaparak insan ile Yaratıcıyı aynı şartlarda düşünmektedir. Oysa devlet başkanı da olsa insan insandır; yani çok bakımdan sınırlı ve destek elemanlarına muhtaçtır. Ancak Kâinatın Sultanı ise, işlerinin şahitliğiyle, kudreti sınırsız olup, hiçbir yardımcıya ihtiyaç duymaz, bir işi başka bir işe engel olmaz, bir şey yapmak ile bin şey yapmak arasında fark olmaz (aynen bizim için, bir tavşan ile bin tavşan hayal etmemiz arasında fark olmaması gibi), ve bir atom taneciğine varıncaya kadar kâinatta her şey O’nun emir ve iradesi ile hareket eder.

Böyle geçersiz ve mantıksız bir kıyas ile Allah’ı bir insana ya da devlet başkanına nispet etmenin sonucu olarak Yaratıcı hakkında bâtıl düşünceler ortaya atıldı. Mutlak kudret sahibi olan ve hâkimiyetinde ortak ve yardımcısı olmayan Allah inancında, bilhassa Batı dünyasında çok gedikler açıldı. Bu fikir sapmalarının sebebini Bediüzzaman şöyle izah eder:

“Tabiiyyun [tabiatçılar], esbabı [sebepleri] müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] olduklarına; ve Mutezile, hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık [iradeleriyle yaptıkları işlerin yaratıcısı] olduklarına; ve hükema [felsefeciler], cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine [küçük şeylerin Allah’ın ilminin kapsamı dışında olduğuna]; ve Mecusiler [ateşe tapanlar], halk-ı şerr [kötülüğün yaratılması] başkasının eseri olduğuna itikat ettiler. Güya onlarca Sâni’ [her şeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye [değersiz ve küçük şeylere] tenezzül edip iştigal etsin [onlarla meşgul olsun].”2   

Yukarıdaki paragrafta çeşitli fikir ve inanç gruplarının niçin haktan saptıklarını ve Allah’ı tenzih edeyim derken nasıl şirke düştüklerini izah eden Bediüzzaman, tabiata, doğru bir nazarla nasıl bakılacağını da anlatır. Tabiatın etken değil edilgen, yazar değil yazı, ve sanatkâr değil eser olduğuna vurgu yapar ve şöyle der:

“Ehl-i gafletin [gerçekleri umursamayanların] lisanında ‘tabiat’ [doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem] denilen bu kitabet-i fıtriyeyi [yaratılışa ait yazılar, doğal yazı], bu nakş-ı sanatı [sanatlı nakış, işleme], bu münfail [fiilden etkilenen] mistar-ı hikmeti [hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon], ‘tabiat-ı müessire’ [tesir sahibi, yaratıcı tabiat] diyerek masdar [kaynak] ve fail [işi yapan, özne] telâkki etmesi…”3 diyerek, akıl sahibi bir varlık olan insanın bunları karıştırıp anlamamasını hayretle karşılar.  

 

 

Kaynaklar:

1. Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 140,  HYPERLINK "http://www.nuriklimi.org" http://www.nuriklimi.org.

2. Said Nursi, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 140,  HYPERLINK "http://www.nuriklimi.org" http://www.nuriklimi.org.

3. Said Nursi, Sözler, 14. Söz, s. 233,  HYPERLINK "http://www.nuriklimi.org" http://www.nuriklimi.org.