TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünya Sevgisi

Dünya sevgisi bir hayat tarzı haline gelmiş, hattâ hayatın kendisi olup çıkmış.

 

“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler.”

(İbrahim Sûresi, 14:3)

 

İNKÂR ehlinin özelliklerinden birine temas eden âyet-i kerime, aynı zamanda, günümüzün en önemli hastalığını da dile getiriyor.

Bu hastalık sadece inkârcıları değil, iman ehlini de maalesef pençesine almış bulunuyor. Ne var ki, biz bunun farkına varamıyor ve dünya sevgisinin bizi nerelere sürüklediğini göremiyoruz. Bunun da gayet basit bir sebebi var:

Dünya sevgisi bir hayat tarzı haline gelmiş, hattâ hayatın kendisi olup çıkmış, bütün referanslar oradan alınır olmuştur. Dünyamızda dünyadan başka birşey kalmayınca, onu ne ile kıyas edebilir, onun önüne hangi şeyi geçirebiliriz?

Sorulacak olursa, âhirete kesin bir şekilde iman etmişizdir. Yaşama biçimimizi gözden geçirdiğimizde ise şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz:

Âhiret düşüncesi, asla dünyayı ikinci plana düşürmemeli, dünya hayatının keyfini kaçırmamalıdır! Sanki dünya âhiret için değil, âhiret dünya için var edilmiştir. Kur’ân’ın ve Hadisin dünya hayatı ile ilgili son derece keskin ve şiddetli uyarıları bile, ama’larla, ancak’larla, fakat’larla yumuşatılıp dünyamız için “zararsız” hale getirildikten sonra okuyanlara ve dinleyenlere sunulur. Eğer böyle yapılmazsa, söylenecek sözün dinlenilme şansı kalmaz. Bu konuda din ehli ile dünya ehli arasında bir fark yoktur; her ikisinin gözünde de dünya hayatı bir kutsallık kazanmış durumdadır. Şu kadar var ki, dünya ehli inanmadığı için, din ehli ise inandığı halde âhireti umursamamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu durumu, “zamanın dehşetli bir hastalığı, bir musibeti” olarak niteler ve eserlerinin birçok yerinde konuya tekrar tekrar dikkatleri çeker. Dünya sevgisinin dinimizi ne hale getirdiğini, onun şu çarpıcı teşhisi apaçık göstermektedir:

“Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor.”

Bu tespit, fıtratın tersine çevrilmiş olduğunun tespitidir. Zira yaratılışta asıl amaç âhiret hayatıdır; dünya hayatı ancak ona hizmet ettiği nispette bir anlama kavuşur. Gerçi bu aynı zamanda dünya hayatında huzur ve mutluluğun da sağlanması anlamına gelir; ama burada bulunuşumuzun asıl amacı bu hayatı güzel bir şekilde geçirmek değil, bu hayatı âhiretin kazanılması için verimli bir şekilde kullanabilmektir. Fakat zamanımızın anlayışı bu durumu tersine çevirince, dünya hayatı asıl amaç haline gelmiş, âhirete ait meseleler ise dünyaya hizmet edecek bir konuma düşürülmüştür. Bunun sonuçlarını hep birlikte görüyoruz:

Gün geçmiyor ki dinin bir meselesi eğilip bükülmesin, dünya hayatına feda edilmesin. Zaman zaman gündeme getirilen ve hararetli tartışmalara konu olan hangi dinî meseleye baksanız, birilerinin o meselede dünya hayatının keyfini kaçıran birşeyler bulduğunu ve onu dünyaya zarar vermeyecek bir hale sokmaya çalıştığını görürsünüz. Hattâ, Bediüzzaman’ın tabiriyle, “o musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar.”

Belki rahatsız edici bir ifade olabilir, ama zamanımızda dünyaperestliğin bir din haline geldiğini söylemekte bir abartı yoktur. Bu din, ne yazık ki, bir yaşam biçimi olarak, iman ehlini de etki alanına almış bulunuyor. Evet, dünyayı öyle seviyoruz ki, âhireti bile ona tâbi kılıyor, ona feda ediyoruz.

Fakat kaybettiğimizle kalıyor, âhireti verirken dünyayı da kazanamıyoruz.

Oysa âhireti tercih edenler, âhiretleriyle beraber dünyalarını da ağız tadıyla yaşanır hale getiriyorlar.

Dünyayı sevenler de keşke bunu bilseler…